Devletin kadın cinayetlerindeki parmak izi

Anayasada 'kadını öldürmek suç değildir' diye bir madde olsaydı, herhalde bu kadar etkili olmazdı. Zira Türkiye'de neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor. Devlet neden korumuyor, diye saçma sapan bir soru sorup aklınıza ve vicdanınıza hakaret etmeyeceğim. Çünkü devlet de işin içinde. Bizzat katliamların altyapısını oluşturuyor. Ne cinayetleri engellemek için kolunu kıpırdatıyor ne de önüne geçmek için çaba sarf ediyor. Aksine kadın katillerine her türlü kolaylığı yapmakta devletin üstüne yok. Devlet için aslolan aileyi korumak, kadını değil. Aile kurumunu ne kadar iyi kontrol altında tutup koruyabilirse, kendi ömrünü de o kadar uzatmış olur.
Bu yüzden aile aslında kadının en büyük hapishanesidir ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da bu hapishaneyi kontrol altında tutmakla görevli bir birimdir. Kesinlikle o hapishaneyi dağıtıp, parçalamak, kaldırmak gibi bir derdi yok ve hiçbir zaman da olmayacak. Kadını o hapishaneden kurtarmak veya en azından koşullarını iyileştirmek gibi bir derdi de yok.  Bu açıdan bakıldığında, aileye atfedilen kutsallık temelde toplumun ve devletin kendini sağlama almasından başka bir şey değildir ve aile adı altında yapılan bütün güzellemeler aslında kadının özgürlüğüne giden yollara mayın döşemektir. Devlet eğer kadın cinayetlerini önlemek açısından herhangi bir şey yapmıyorsa, bunun temel nedeni kendi ataerkil zihniyetinin sorgulanmasının önünü kesmektir. Zira devlet yargısı, polisi, ordusu, medyasıyla ve ailesiyle 'erkek'tir. Bu yüzden her kadın cinayetinde devletin parmak izi vardır. Aile şiddeti örter, polis/ordu erkeği kollar, yargı ceza indirimine gider, medya cinayetleri ya görmezden gelir ya da münferitmiş gibi arz eder. Böylelikle devletin bütün baskı araçları 'masumiyetini' korur.  

Peki, bu 'masumiyet'i kazıdığımızda altından ne çıkar dersiniz? Bir baskı aracı olarak devletin devamlılığının yegâne garantisi ataerkillik çıkar. Ataerkil bir toplumda neredeyse her şey, erkeğin birincil ve üstün olması fikrinden hareketle açık ve örtülü bir biçimde dizayn edildiğinden, kadın yaşamın her alanında baskıya, şiddete (fiziksel ya da psikolojik) maruz kalır. Günlük işlerde bile bir tür cinsiyetçilik söz konusu. Etrafınızda çocuk bakan, çamaşır asan, süpürge çeken, sofra kurup kaldıran, pazara giden kaç erkek var veya akşam arkadaşlarıyla dışarı çıkan, izin almadan bir yerlere giden, karşı cinsten biriyle rahatlıkla buluşabilen, ev işlerini erkeğe bırakan, birilerinden hesap sorabilen kaç kadın var? "Ama kadının ve erkeğin doğası farklı" diye başlarsanız, kadın-erkek eşitliğini rafa kaldırmış olursunuz. (Yalnız hatırlatmakta fayda var. Kadın-erkek eşitliği derken hiçbir aklı başında insan, biyolojik/fizyolojik eşitlik diye anlamaz. Burada kastedilen toplumda bir cinsin diğerine nazaran ayrıcalıklı olmaması, eşit koşulların geçerli olması ve hatta yılların getirdiği eşitsiz koşullardan dolayı, kadınlar lehine geçici pozitif ayrımcılığın mümkün kılınmasıdır.) Dolayısıyla yapılması gereken şey, kadınların hak mücadelesinde 'ama' deyip, prangalarını sıkılaştırmak değildir, erkek egemenliğinin fıtratına hayatın her alanında çomak sokmak ve itiraz etmektir. Madem devletin en kutsallarından biri ve hatta en önemlisi aile ise, işe oradaki düzeni karıştırmakla başlamak en isabetlisi. Neden oğlunuz, kızınıza yemek hazırlamasın veya eşiniz (kocanız) size bir Türk kahvesi yapmasın, sevgiliniz/erkek arkadaşınız ortalığı toplamasın, anneniz ev işini babanıza bırakıp arkadaşlarıyla gezmeye çıkmasın? Belki 'ufak tefek şeyler bunlar' diyeceksiniz ama unutmayın ki yağmurun bir damlası da küçücüktür ama birike birike dereler, ırmaklar oluşturup denizlere varabilme potansiyeline sahiptir. İlk adımınız damla, hayatınız deniz güzelliğinde olsun!  

16.06.2015

Yorumlar