Albert Camus‘nün Absurde Kavramı Üzerine

Camus’nün absurde (uyumsuz) kavramı, onun yaşamın anlamı ya da anlamsızlığı ve intihar sorununa atfettiği önemle eşdeğerdedir. Bu kavram, Camus düşüncesinde “usa ve mantığa aykırılığı, anlamsızlığı” ifade etmek için kullanılır.* İntihar düşüncesinin temelinde de aslında yaşamın bir bütün olarak absurde (uyumsuz) olduğu düşüncesi yatar. Camus’nün kendi sözleriyle ifade edecek olursak:

“Öyleyse, uyumsuzluk duygusunun bir olay ya da bir izlenimin basit incelemesinden doğmadığını, bir durumla belirli bir gerçek arasındaki, bir eylemle onu aşan dünya arasındaki karşılaştırmadan fışkırdığını söyleyebilirim. Uyumsuz her şeyden önce bir kopuştur. Karşılaştırılan öğelerin ne birinde ne de öbüründedir. Karşılaştırılmalarından doğar.” (Camus, 2010:46)
devamı...

Kuşkusuz bu düşünce insana bir bilinç kazandırır: Yaşama dair bir yargıda bulunabilme bilinci. Yani insanın yaşamla ve evrenle olan ilişkisinden doğan bir duygu olan uyumsuzluk duygusu insana bu bilinci kazandırır. Ne yaşam veya evren kendi başına absurde’dür ne de insan. Söz konusu olan, karşılıklı ilişkiden doğan bir duygudur. Bu duygunun ya da düşüncenin en iyi temsilini Yabancı’nın kahramanı Mersault’de görürüz. Davranışlarında, seçimlerinde, hayata bakış açısında bir kayıtsızlık sezilir. Aslında onun baştan sona bütün edimleri, içinde yaşadığı toplumun verili koşullarının ne kadar anlamsız ve boş olduğunun bilincinde olduğunun göstergesidir. Ona göre toplum, bireyi, belirli yargılar üzerine kurulmuş, bireyin hayatını bütünüyle etkisi altına alan ve onu belirleyen, var olan davranış ve eylemlerin dışına çıkmasına izin vermeyen, ne ayakta durmasına ne de uzanmasına izin veren bir boğuntu hücresine** mahkûm etmiştir. Ama uyumsuz insan, yani yaşamla arasındaki ilişkinin absurde olduğunun bilincine varmış insan, edimlerinin bilincindedir ve dayanağı vardır onun.

Mersault, papaz kendisini ziyarete gelirken, onunla olan konuşmasının bir yerinde içini kaplayan sevinç ve öfke duygularıyla karışık bir taşkınlıkla dile gelir:

“Ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan daha çok emindim. Yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. Evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. Ama hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim.” (Camus, 2011:109)

Yaşama dair, dünyaya dair elimizde sağlam bir delil var mıdır? Onun anlamlı olup olmadığını nasıl bilebiliriz? Aklın, mantığın yasalarına göre bir anlamı vardır, deniyorsa bu bir yanılsamadır. Çünkü bu yasalar, aklın ya da mantığın yasaları veya doğanın zorunlu yasaları, bize yaşamın anlamına dair hiçbir şey vermez. Yarın öbür gün öleceğimizi, herkesin öleceğini, bunun insanın yazgısı olduğunu açıklayabilir ama bütün bu gerçekler bizi avutamaz. Madem yok olacaktık neden var olduk, madem birazdan bizim için her şeyin bitme ihtimali var, o halde nasıl bir anlamdan söz edebilirler? Açıktır ki dünya, yaşam ya da varoluşumuz ne mantıkla ne de usla açıklanabilir değildir. İşte bu apaçık gerçek öylece elimizde duruyor. Uyumsuz (absurde) olan tam olarak budur: Tüm berraklığıyla yaşamın saçma olduğunu bilmek. Peki, yaşamak saçma ise intihar bu saçmalığın neresine düşer? Uyumsuz insanın ya da genel anlamda absurde’ün intiharla ya da yaşamın anlamıyla ilişkisi nedir? İntihar uyumsuzluğu ortadan kaldırır mı? “Bir boyun eğiş içeren intihar, uyumsuzu kendince çözer. Oysaki Camus’ye göre, "uyumsuzun çözüme varmaması gerekir". Zira uyumsuz, farkına varıldığı, ancak kendisine boyun eğilmediği ölçüde bir anlam taşır ve bir yaşama değerini veren "bu başkaldırıdır." (Koç, 2016:1-19)

Bu düşüncenin, bu gerçekliğin bilincine varmış insanın tavrı nedir? Sisifos Söyleni’nden aktaralım: “Bir şeyin gerçek olduğu yargısına varmışsam onu korumam gerekir. Bir soruna çözüm bulmak istiyorsam, hiç değilse bu çözüm aracılığıyla sorunun terimlerinden birini atmamam gerekir. Benim için tek veri uyumsuz. İş buradan nasıl çıkılacağını, bir de intiharın bu uyumsuzdan çıkarılması gereken bir sonuç olup olmadığını bilmek.” (Camus, 2010:47)

Bir uyumsuzluk içinde çırpınıp durduğunun bilincine varan insan ne yapmalı? Öncelikle bu gerçeği elinde tutmalı, bir kenara atmamalı ve bu temel gerçek üzerinden hareket etmeli, diyor Camus. Ayrıca, bu temel gerçek bizi intihar sorununa ve yaşama dair bir yargıda bulunup bulunulamayacağı sonucuna götürür. Yani sorumuz, intiharın temelinde uyumsuz düşüncesi ya da hissinin yatıp yatmadığı şeklinde yeni ifadesini bulur.

“Bu uyumsuz mantığı sonuna kadar götürerek bu çarpışmanın tam bir umut yokluğunu (bunun umutsuzlukla hiçbir ilgisi yok), sürekli yadsımayı (bunu vazgeçişle karıştırmamalı) ve bilinçli yetinmezliği (gençlik kaygısına benzetilemez bu) gerektirdiğini onaylamak zorundayım.” (Camus, 2010:47)

Uyumsuz mantığı sonuna kadar götürmek demek, bir bakıma insanın çıplak kalmasıdır. Korkularından, endişesinden, sıkıntısından, iç bulantısından, yabancılaşmasından ve onu hayat karşısında çaresiz ve güçsüz bırakan duygulardan; aynı zamanda onu yanılsamalara sevk eden hayallerden, yaratılardan, masallardan, sevinçlerden de kurtulması demektir. Böylece, tıpkı Mersault’nün konumuna gelmiş oluruz. Mersault, için sevmek ya da sevmemek aynı şey. Her ikisinin özel bir anlamı yok onun için. İçerde ya da dışarıda, öyle ya da böyle yaşıyorsun, nefes alıyorsun, tek önemli olan bu sanırım. Öyle ya da böyle yaşamak veyahut tam aksine ne öyle ne de böyle yaşamaya evet demek. Her ikisini aynı kefeye koymak. Her ikisini aynı düzeye çekmek. İnsan sever ya da sevmez, ağlar ya da ağlamaz, evlenir ya da evlenmez, inanır ya da inanmaz; hepsi birdir, Mersault için. Bu, tam da uyumsuz insanın sıkıntısıdır, yaşama karşı kayıtsızlığıdır.

Peki, Albert Camus uyumsuz insanın yaşamdan elini eteğini çekmesini mi öğütlüyor? Camus’nün yapmaya çalıştığı şey, yaşamın/dünyanın/var olmanın anlamsızlığından hareket edip ona anlam kazandıran düşüncenin tutumunu sergilemektir. Bu tıpkı Descartes’ın her şeyden şüpheyle işe başlayıp kendi felsefesi açısından sağlam bir dayanak bulmak istemesi gibidir. Öyle ki Camus de her şeyin anlamsız olduğu düşüncesinden hareket edip, kendi çağının geçerli uslamlamalarını sorgulayıp, yaşayabilmenin olanağını, yaşamı seçmenin olanağını yaratmaya çalışmıştır. Onun felsefesine böyle baktığımızda, intiharla absurde düşüncesi arasındaki ilişkiye dair şu sözleri büyük anlam kazanır:

“Felsefesel intiharla ilgilenmiyorum ben, kısaca intiharla ilgileniyorum. Yalnız onu içimdeki coşkunluklardan arıtmak, mantığını, dürüstlüğünü tanımlamak istiyorum. Uyumsuz düşünce için, bundan başka her durum düşüncenin kendi aydınlattığı şeyden kaçmasını, kendi bulduğunu gene kendisinin yok etmesini gerektirir.” (Camus,2010:64)

“Bilinçli başkaldırıyı yok etmek sorunu ortadan kaldırmaktır. Sürekli devrim izleği böylece bireysel deneyim alanına geçer. Yaşamak uyumsuzu yaşamaktır.” (Camus, 2010:67)

Bilinçli başkaldırı uyumsuz olana varmaktır, yani absurde olanın bilincinde olmaktır. Böyle olunca da insan uyumsuz olarak yaşamaya devam eder. Böylelikle uyumsuz olan düşünce/eylem/insan, intihardan uzaklaşarak kendini var eder. Başka bir deyişle, yaşamın anlamsız olduğu yargısına varan insan, intiharı seçerek aslında bu anlamsızlığı kabul etmiş olur. Zaten yaşamın, evrenin absurde olduğunun bilincine varan uyumsuz insan bir başkaldırı olarak yaşamayı seçer, tüm berraklığıyla, açık seçikliğiyle yaşadığının bilincindedir.

“Yaşamı anlamlı kılmak amacıyla, Camus de Descartes gibi, dünyayı bir bakıma yeniden kurar ama Descartes’dan farklı olarak, Camus için bu işin ilk adımı ‘ben’i keşfetmek değil, uyumsuzu keşfetmektir. Uyumsuzla yüzleşmek, anlam keşfinin de başlangıcıdır. Örneğin Yabancı’da, Meursault başlangıçta hayatın anlamının olup olmadığını düşünmez bile. Ne zaman ki uyumsuzun ayırdına varır, o zaman anlamın da olabileceğini fark eder.” (Başar Başkaya, 2013:19-28)

Albert Camus’nün kendi cümleleriyle dile getirirsek:

“Uyumsuz deneyimin intihardan ne denli uzaklaştığı burada görünüyor. İntiharın başkaldırıdan sonra geldiği sanılabilir. Ama yanlış olarak, çünkü intihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir. İçerdiği boyun eğiş dolayısıyla, onun tam tersidir. İntihar, sıçrama gibi, en son noktasına götürülmüş kabullenmedir. Her şey tükenmiştir, insan temel tarihine geri döner. Geleceğini, biricik ve korkunç geleceğini fark eder ve ona doğru atılır. İntihar uyumsuzu kendince çözer” (Camus,2010:68). Kendini öldürmek uyumsuza son vermek olduğuna göre, o zaman insanın anlama dair olan arayışı sonuçsuz kalır.

“Saçmadan kurtuluşun yolu, umut edip beklemek ya da yaşama son vermek değildir kuşkusuz, tersine uyumsuzlukla yüzleşerek, direnip karşı tutum takınmaktan geçer.” (Tilbe, 2008:69-81)

Daha öncede değindiğim gibi, uyumsuz olan ne insanın kendisidir ne de yaşamın ve evrenin kendisi. Uyumsuz olan, insanla evren ve yaşam arasındaki ilişkidir. Bunun bilincine varan insan, bu açıklığa, dayanağa varan intiharı seçmez. Onun tavrı biraz da şöyledir:

“Tüm devinimlerimle dünyaya, tüm acımam ve tüm minnetimle insanlara bağlıyım. Dünyanın bu tersiyle yüzü arasında bir seçim yapmak istemiyorum.” (Camus,2009:86)

Başka bir deyişle, Camus felsefesinde uyumsuz düşüncesinden intihar çıkmaz. Bu kavram ile Albert Camus, insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini, yaşama dair iç bulantısını, sıkıntısını, endişesini ve bir bütün olarak hayatın ve evrenin usa, mantığa aykırılığını, yani absurdelüğünü gözler önüne serer. Ama yine de bütün bunlara rağmen, yani bu uyumsuzluğa rağmen intihar uyumsuz insanın varacağı son durak değildir.

“Albert Camus, yapıtlarında bir yandan yaşamın ölümle sonuçlanan anlamsızlığını vurgularken diğer yandan ölüme karşı başkaldırmayı ve yaşamı yüceltmeyi amaçlamıştır.” (Türkyılmaz, 2003:109-118)

Tıpkı Sisifos’un bitimsiz cezası gibi*** insanın yazgısı da, elbette uyumsuzluğun (absurde olanın) bilincine varmış insandan bahsediyoruz, yaşamın absurde olduğunu bile bile yaşamaktır, bu anlamsızlığa böylelikle başkaldırmaktır.

Kaynakça

1. Başar Başkaya, Dilek. (2013). Hayatın anlamı ve ölüm: Albert Camus’den yaşam dersleri. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,30/2,19-28

2. Camus, Albert. (2010). Sisifos Söyleni (T.Yücel, çev.). İstanbul: Can Yayınları

3. Camus, Albert. (2011). Yabancı (V. Günyol, çev.).İstanbul: Can Yayınları

4. Camus, Albert. (2010). Düşüş (H. Demirhan, çev.).İstanbul: Can Yayınları

5. Koç, Emel.(2016). Albert Camus’nün saçma felsefesi: Caligula, Yabancı ve Sisifos Söyleni. Sosyal Bilimler Dergisi(SOBİDER),3/6,1-19

6. Tilbe, Ali. (2008). Albert Camus’nün Yabancı’sı: Uyumsuz bir karşıt kahraman ve anlatıcı ben. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi,8/41,69-81

7. Türkyılmaz, Ümran.(2003). Albert Camus’nün Caligula’sında yaşam ölüm diyalektiği. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, 43/2,109-118

* Sisifos Söyleni’nin çevirmeni Tahsin Yücel, absurde kavramının karşılığı olarak ‘uyumsuz’ u kullanır ve ‘usa, mantığa uymayan, abes, saçma, boş’ olarak tarif eder. Ayrıca, bu anlamın Sisifos Söyleni’nde ‘insan açısından evrenin mantığa aykırılığını, tutarsızlığını anlamış, her şeyi olduğu gibi gören, bilinçli insan ya da düşünce’ anlamında kullanıldığını söyler.

** Düşüş’ün kahramanı Jean-Baptiste Clamence ortaçağda boğuntu hücresi adı verilen bir zindan hücresinden bahseder. Bu hücre ayakta duramayacak kadar alçak ve yatamayacak kadar dardır. Bu yüzden mahkûmun bedeni zamanla engelli bir hal alıyordu. Çünkü ne uyuyabiliyor ne de ayakta kalabiliyordu, sadece çömelebiliyordu. (H.Ö)

*** Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı. (Camus, 2010:137).

Yorumlar