16 Mayıs 2020 Cumartesi

Anne - Grace Paley

Bir gün radyo dinliyordum. Bir şarkı duydum: "Oh, I Long to See My Mother in the Doorway."* Aman Tanrım! dedim, bu şarkıyı anlıyorum. Ne zamandır annemi kapı aralığında görmenin özlemini çekiyordum. Aslında sıklıkla farklı kapı aralıklarında ayakta durup bana bakıyordu. Bir gün yine böyle ön kapının aralığında koridorun karanlığını arkasına almış ayakta duruyordu. Yılbaşıydı. Üzgün bir şekilde şöyle dedi: On yedi yaşında sabahın dördünde eve geliyorsan, yirmisinde saat kaçta geleceksin? Bu soruyu kötü niyet veya alay olmaksızın sormuştu. Ölüm için endişeli hazırlıklarını yapmaya başlamıştı. Ben yirmisine girdiğimde burada olmayacağını düşünüyordu. Bu yüzden endişeleniyordu.


Bir başka zaman benim odamın kapı aralığında dikilmişti. Sovyetler Birliği'nde ailenin konumuna saldıran siyasi bir manifestoyu daha yeni yayımlamıştım. Seni lanet olası aptal, sen ve  senin komünist fikirlerin, git uyu tanrı aşkına, dedi. Biz onları çok önce gördük, baban ve ben, 1905'te. Her şeyi tahmin etmiştik.

Mutfağın kapısında, hiç öğle yemeğini bitirmiyorsun, demişti. Etrafta anlamsızca koşturup duruyorsun. Sen böyle ne olacaksın?

Sonra öldü.

Kuşkusuz, hayatımın geri kalanında annemi görmenin özlemini çektim, sadece kapı aralıklarında değil, birçok yerde; teyzelerimle yemek odasında, pencereden aşağı yukarı apartmana bakarken, bahçede zinya ve kadife çiçeklerinin arasında, oturma odasında babamla.

Rahat deri koltuklarda oturuyorlardı. Mozart dinliyorlardı. Birbirlerine şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Onlara öyle geliyordu ki sanki daha yeni göçmen olarak bottan inmişlerdi. Daha yeni ilk İngilizce kelimelerini öğrenmişlerdi. Sanki babam daha yeni Amerikan anatomi profesörüne yüzlük sınav kağıdını gururla vermişti. Annem sanki daha yeni, karın tokluğuna saatlerce çalıştığı atölyeden mutfağa gitmek için ayrılmıştı.

Keşke annemi oturma odasının kapı aralığında görebilseydim.

Orada bir dakika ayakta bekledi. Sonra babamın yanına oturdu. Pahalı bir pikapları vardı. Bach dinliyorlardı. Babama, benimle biraz konuş, dedi annem. Pek fazla konuşmuyoruz artık.
Çok yorgunum, dedi babam. Görmüyor musun? Bugün belki otuz kişi gördüm. Hepsi hasta. Hep konuş, konuş, konuş, konuş. Müzik dinle, dedi. Bir zamanlar müzik kulağın harikaydı. Yorgunum, dedi.

Sonra annem öldü.

Çeviren: Haden Öz 

* Ah, Keşke Annemi Kapı Aralığında Görsem

Grace Paley, Anne, öykü,edebiyat, Çeviriler

Günlerden Bir Gün - Gabriel Garcia Marquez

Pazartesi yağmursuz ve sıcak bir güne şafak söktü. Sabahları çok erken kalkan ve diplomasız bir dişçi olan Aurelio Escovar saat altıda muayenehanesini açtı. Hâlâ alçı kalıplarında yapışık duran birkaç takma dişi vitrinden aldı ve masanın üzerine sanki sergideymiş gibi büyüklük sırasına göre dizdiği bir avuç dolusu alet koydu. Boynundan altın bir düğmeyle ilikli, yakasız, şeritli bir gömlek ve askılı pantolon giymişti. Durumuna nadiren uyan bir görünüşle, sağır insanların bakarken göründükleri gibi dimdik ve sıskaydı.


Masadaki aletleri ayarladıktan sonra, frezi dişçi sandalyesine doğru çekti ve takma dişleri parlatmak için oturdu. Ne yaptığını düşünmüyor gibi görünüyordu ama sebatla çalışıyordu, ihtiyacı olmadığında bile frezi ayaklarıyla pompalıyordu.

Saat sekizden sonra pencereden gökyüzüne bakmak için bir süreliğine durdu ve bitişikteki evin çatı merteğinde güneşte kurulanan dalgın iki akbaba gördü. Kafasında öğle yemeğinden önce yine yağmur yağacağı düşüncesiyle çalışmaya devam etti. On bir yaşındaki oğlunun cırtlak sesi konsantrasyonunu bozdu.

“Baba.”

“Ne var?”

“Belediye başkanı dişini çekip çekmeyeceğini soruyor.”

“Ona burada olmadığımı söyle.”

Altın bir dişi parlatıyordu. Dişi, kol boyunda tutmuş ve gözleri yarı kapalı inceliyordu. Oğlu küçük bekleme odasından tekrar bağırdı:

“Burada olduğunu söylüyor çünkü seni duyabiliyor.”

Dişçi, dişi incelemeye devam etti. Ancak dişle işi bitip onu masaya koyduğunda şöyle dedi:

“Daha iyi ya!”

Frezi tekrar çalıştırdı. Atmaması gereken şeyleri koyduğu karton kutudan birkaç köprü aldı ve altın olanı parlatmaya başladı.

“Baba.”

“Ne var?”

Hala yüzündeki ifadeyi değiştirmemişti.

“Eğer dişini çekmezsen seni vuracağını söylüyor.”

Acele etmeden, ziyadesiyle sakin hareketlerle frezi çevirmeyi bıraktı, sandalyeden uzağa itti ve masanın alt çekmecesini sonuna kadar çekip açtı. Bir tabanca vardı. “Tamam,” dedi. “ Söyle ona, gelip vursun beni.”

Sandalyeyi kapının karşısına doğru sürükledi, elini çekmecenin kenarına dayamıştı. Belediye başkanı kapıda göründü. Yüzünün sol tarafı traşlıydı ama acı içinde ve şişmiş olan diğer tarafta beş günlük sakal vardı. Dişçi onun donuk gözlerinde çaresizlik içinde geçen geceleri görmüştü. Çekmeceyi parmak uçlarıyla kapattı ve yumuşak bir sesle şöyle dedi:

“Oturun.”

“Günaydın,” dedi belediye başkanı.

“Günaydın,” dedi dişçi.

Aletler kaynarken, belediye başkanı sandalyenin başlığına kafasını yasladı ve kendini daha iyi hissetti. Nefesi buz gibiydi. Fakir bir muayenehaneydi: eski ahşap bir sandalye, ayaklı frez, vitrin ve seramik şişeler. Sandalyenin karşısında omuz yüksekliğinde kumaş perdeli bir pencere vardı. Belediye başkanı, dişçinin yaklaştığını hissedince topuklarını birleştirip ağzını açtı.

Aurelio Escovar başını ışığa doğru çevirdi. Enfeksiyon kapmış dişi inceledikten sonra başkanın çenesini parmaklarıyla dikkatlice kapattı.

“Uyuşturulmadan çekilmek zorunda,” dedi.

“Neden?”

“Çünkü apse yapmış.”

Başkan dişçinin gözlerinin içine baktı. “Peki,” dedi ve gülümsemeye çalıştı. Dişçi, başkanın gülümsemesine karşılık vermedi. Hiç acele etmeden sterilize edilmiş aletlerin bulunduğu leğeni çalışma masasına getirdi ve onları soğuk bir cımbızla sudan çıkardı. Ayakkabısının burnuyla tükürük hokkasını itti ve lavaboda ellerini yıkamaya gitti. Bütün bunları başkana bakmadan yaptı. Ama başkan dişçiden gözlerini alamıyordu.

Alt çenesindeki yirmilik dişti. Dişçi ayaklarını yana doğru açtı ve dişi sıcak pensle kavradı. Başkan sandalyenin kollarına yapıştı, bütün gücüyle ayaklarını zemine bastırdı ve böbreklerinde buz gibi bir boşluk hissetti ama sesini çıkarmadı. Dişçi yalnızca bileğini oynattı. Kin gütmeden, acı bir şefkatle şöyle dedi:

“Şimdi yirmi ölü adamımızın diyetini ödeyeceksin.”

Başkan çenesindeki kemiklerin çatırdadığını hissetti ve gözleri yaşlarla doldu. Ama dişin çıktığını hissedene kadar nefes almadı. Sonra gözyaşlarının arasından gördü dişini. Ona o kadar yabancı göründü ki geçen beş gece boyunca süren işkenceyi anlamakta zorlandı.

Nefes nefese, terleyerek tükürük hokkasının üzerine eğilip üniformasının düğmelerini çözdü ve pantolonunun cebinden mendilini aldı. Dişçi temiz bir bez uzattı.

“Gözyaşlarını kurula,” dedi.

Başkan gözyaşlarını kuruladı. Titriyordu. Dişçi ellerini yıkarken, dökülen tavanı, üzerinde örümcek yumurtaları ve ölü böcekler olan tozlu örümcek ağını gördü. Ellerini kurularken döndü. “Git uyu,” dedi, “ tuzlu suyla gargara yap.” Başkan ayağa kalktı, gelişigüzel bir askeri selamla hoşçakal dedi ve yaylanarak, üniformasının düğmelerini iliklemeden kapıya doğru yürüdü.

“Faturayı gönderirsin,”dedi.

“Sana mı yoksa belediyeye mi?”

Belediye başkanı, dişçiye bakmadı. Kapıyı kapattı ve cam bölmeden:

“İkisi de aynı lanet şey,” dedi.

Çeviren: Haden Öz

Gabriel Garcia Marquez, Günlerden Bir Gün, öykü, edebiyat, Çeviriler

Kankan - Arturo Vivante

“Arabayla dolaşıp geleceğim” dedi karısına. “Bir iki saate dönerim.”

Bir mağazaya veya postaneye gitmek için harcadığı birkaç dakikadan fazla çoğunlukla evden dışarı çıkmazdı ama vaktini etrafta takılıp tuhaf işler yaparak –karısı ona ‘Bay Hallederim’ derdi– ve bir de neredeyse hiç yeterli olmamasına karşın hayatını kazandığı resim yapmaya harcardı.


“Peki,” dedi dedi karısı şen şakrak bir şekilde, sanki kocası ona bir iyilik yapıyormuş gibi. Aslına bakılırsa, kocasının evden çıkmasını istemiyordu. Onunla evde kendini daha güvende hissediyordu ve çocuklara bakmasına, özelliğe bebeğe, yardım ediyordu.

“Benden kurtulacağına seviniyorsun, değil mi?” dedi.

“Hı hı!” dedi karısı, onu ansızın çok güzel gösteren ve özlenecek biri haline getiren bir gülüşle.

Arabayla nereye gidip turlayacağını sormadı. İçten içe, güç fark edilen bir şekilde kıskanç olmasına rağmen, zerrece merak etmedi.

Paltosunu giyerken karısını izledi. Büyük kızıyla birlikte oturma odasındaydı. “Kankan yapsana anne!” dedi çocuk. Karısı eteğini tutup kocasına doğru bacaklarını havaya kaldırıp indirerek kankan yaptı.

Dediği gibi öylesine arabayla turlamak için dışarı çıkmıyordu. Aksine, karısının da tanıdığı ama şüphelenmediği Sarah ile buluşmak için bir kafeye gidecekti ve onunla karısının bilmediği göldeki eve, ki anahtarının onda olduğu bir orman eviydi burası, gideceklerdi.

“Pekala, hoşçakal” dedi.

“Güle güle” diye yanıtladı karısı, dansına devam ederken.

Bu, bir kocanın başka bir kadına gitmek için evde bırakmak üzere olduğu karısından hiç beklemediği bir davranış tarzı, diye düşündü. Karısının dikiş dikmesini veya bulaşık yıkamasını bekliyordu, tanrı aşkına, kankan yapmasını değil. Evet, çocukların kıyafetlerini yamamak gibi cezbedici, ilgi çekici olmayan bir şey yapmalıydı. Çorap ve ayakkabı giymemişti, bacakları bembeyaz, pürüzsüz ve gizemli görünüyordu. Sanki hiç onlara dokunmamıştı veya yakınında dahi olmamıştı. Havada bir aşağı bir yukarı sallanan ayakları ona başını sallıyormuş gibi geldi. Eteğini edalı bir şekilde toplamıştı. Bunu neden hep yapmıyordu? Oyalandı. Karısının gözlerinde alay vardı ve güldü. O dans ederken çocuk da onunla güldü. Adam evden çıkarken karısı hâlâ dans ediyordu.

Bu randevuyu ayarlamak için yaşadığı güçlükleri düşündü; telefon kulübesine gitmek, Sarah’yı ofisten aramak (o da evliydi), Sarah’nın dışarı çıkmış olması, onu tekrar araması, hattın meşgul olması, jetonun düşmesi, jetonu almak için kulübenin kapısını açması, nihayet ona ulaşması, Sarah’nın gelecek hafta tekrar aramasını söylemesi ve nihayet randevu tarihini ayarlaması.

Kafede onu beklerken gelmeyeceğini umması kendisini şaşırttı. Randevu saat üçteydi. Saat şimdi on geçiyordu. Pekâlâ, sıklıkla geç kalırdı. Saate ve büyük pencereden Sarah’nın arabasına baktı. Onun arabası gibi ama onunki değil – üstünde portbagaj yoktu. Düz açılır tavan ona tuhaf bir haz verdi. Neden? Şimdi saat 3.15’ti. Belki gelmeyecek. Hayır, eğer gelecek olsaydı, bu, varması için en olası saatti. Yirmi geçiyordu. Ah, şimdi birazcık umut vardı. Umut mu? Onun yokluğunu ummak ne garip bir histi. Randevuyu kaçıracağını umuyorsa, neden ayarlamıştı? Nedenini bilmiyordu ama açık, apaçık ya gelmezse diye umut ediyordu. Çünkü şu an istediği tek şey şu sigarayı ve kahveyi içmek ve bunların hatrına, yapacak başka bir şeyinin olmaması. Keşke vicdanı rahat bir şekilde arabayla dolaşmaya gitseydi, tıpkı söylemiş olduğu gibi. Ama yine de bekledi ve saat 3.30’da Sarah geldi.

“Neredeyse umudumu yitiriyordum,” dedi.

Arabayı göldeki eve sürdüler. Sarah’yı kollarının arasına alırken aklı onda değildi, ne kadar çabalasa da yapamıyordu.

Bir süre sonra, dalgınlığını fark edip “Ne düşünüyorsun?” diye sordu kadın.

Bir an cevap vermedi. Sonra “Gerçekten ne düşündüğümü bilmek istiyor musun?” dedi.

“Evet” dedi, biraz endişeyle.

Gülmesini bastırdı, söyleyeceği şey çok saçma ve aptalcaymış gibi. “Kankan yapan birini düşünüyordum.”

“Oh,” dedi kadın, rahatlamıştı. “Bir an karını düşünüyorsun diye çok korktum.”

Çeviren: Haden Öz

Çevirenin Notu: Kankan, 1840’larda Fransa’da ortaya çıkmış ve hâlâ çok popüler olan, genellikle kadınların yaptığı bir dans türü.

Arturo Vivante, Kankan, öykü, edebiyat, Çeviriler

Piyango Bileti - Anton Çehov

Ailesiyle birlikte yıllık bin iki yüz rublelik gelirle geçinen ve yazgısından gayet hoşnut orta sınıftan İvan Dimitriç, akşam yemeğinden sonra kanepeye kurulmuş, gazetesini okuyordu.

“Bugün gazeteye bakmayı unuttum” dedi karısı masayı silerken. “Çekiliş listesinin olup olmadığına baksana.”

“Evet burada” dedi İvan Dimitriç. “Ama tarihi geçmedi mi?”

“Yoo, salı günü almıştım.”

“Numarayı söyle.”

“9,499 seri, numara 26.”

“Peki. 9,499 ve 26’ya bakacağız.”

14 Mayıs 2020 Perşembe

Umutla umutsuzluk arasında

Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur.
Umutsuzluk konuştu mu, düşündü mü, hele yazdı mı,
hemen bir kardeş el uzanır sana,
ağaç anlam kazanır, sevgi doğar.
Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür.
Çünkü, edebiyat olan her yerde umut vardır.

 Albert Camus, Bilmece 

Yaşam korkunçluklarla, iğrençliklerle doluysa eğer,
yaşamaya değmiyorsa,
ölümü daha kolay kabullenebiliriz,değil mi? 

Aslı Erdoğan, Mucizevi Mandarin 

 

Son birkaç yıldır üzerine en çok düşündüğüm şeylerden bir duygu, umut. İnsan umudu düşününce, umutsuzluğa doğru da yol alıyor. Bu, bir şeyi zıddıyla düşünme alışkanlığımızdan olsa gerek. Bir şeyin zıddı olmadan gerçek değeri anlaşılmaz, denir. Bana kalırsa bu zıtların her daim var olacağının ispatı olamaz. Sadece üzerine düşündüğümüz şeyi daha iyi kavramamızı sağlar sanırım. Bu da düşünme tarzımıza dair çok şey söyler. İnsanın düşüncesini belirleyen içine doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı koşullardır. Hayatı boyunca bir köyün dışına çıkmamış, köyün dışıyla hiçbir iletişimde bulunmamış bir kimsenin düşüncesinin sınırları köyünün sınırları kadar değil midir? Bu biraz da Platon’un mağara alegorisindeki gibi. Her neyse konumuz Platon değil.

Şimdi içinde bulunduğumuz koşulların hayatımızı, düşünce tarzımızı, hayata bakışımızı nasıl etkilediğiyle ilgili edebiyatın kıyısında bir yürüyüşe çıkalım. Evet evet yanlış okumadınız. Edebiyatın kıyısı,yazdım çünkü edebiyat bir deniz değil midir? Bir şiiri, öyküyü, romanı okuduğumda, bir müzik eserini dinlediğimde, bir tabloya baktığımda, bir filmi izlediğimde onun yaratıcısının içinde bulunduğu, yaşadığı koşulları düşünürüm ve sanatçının ruhunu ararım eserlerinde. Mesela Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okurken, onun hapishanelerde karşılaştığı, birlikte kaldığı insanları görürüm. Nazım’ın onlarla olan ilişkisini, onlara bakarken o “şiir romanına” hangi karakter olarak dahil edeceğini düşündüğünü düşünürüm.  Ahmed Arif’in Otuzüç Kurşun’unu okurken 33 kurşun olayını, şairin o olay karşısındaki kalp ağrısını, ruhunu sarsan acıyı görmezden gelebilir miyiz? Tezer Özlü’nün her satırında yaşadıklarından izler bulmaz mıyız? Didem Madak’ın şiirlerinden otobiyografisini çıkaramaz mıyız?

Bütün bu yazdıklarımın umut veya umutsuzlukla ne ilgisi var? Yazdıklarımız, söylediklerimiz, çizdiklerimiz umutsuzluk mu yayıyor? İşte yaşadıklarımızdan bağımsız değil bütün bunlar. Derste, sokakta, dost sohbetlerinde, otobüste-dolmuşta-yürürken kulak misafiri olduğum konuşmalarda, okuduğum haberlerde, sosyal medyada bir umutsuzluk salgınıyla karşılaşıyorum. Gerçi hangimiz karşılaşmıyor ki? Altyapıdaki çöküntü, üstyapıdaki çöküntüyü kaçınılmaz kılıyor. Üstyapıdaki çöplüğün özsuyu altyapıyı yeniden ve yeniden kurup bir bataklığa dönüştürüyor. Bütün bunlar bir avuç egemenin ve onlardan nemalananların ve onların masallarıyla uyutulmuş kalabalıklar dışında kalan herkesin hayatını alt üst ediyor doğal olarak.

Coğrafya kader midir, keder midir yoksa her şeye kadir midir, bir şey söyleyemem ama onun karşısında aciz olmadığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Elimizden hiçbir şey gelmiyorsa, onu reddedebiliriz, terk edebiliriz. Bu terk edişler bazen başka coğrafyalara oluyor ve bazen ne yazık ki yaşamı tamamen sonlandırmak şeklinde oluyor. Son birkaç yıldır kaç insan iş bulamadığı için, geçinemediği için, eve ekmek götüremediği için, baskılara dayanacak gücü kalmadığı için intihar etti? Eğer ekonomik, sosyal, çevresel koşullar insanca bir yaşam için elverişli olsaydı ve intiharın tek gerekçesi yaşamın anlamı veya anlamsızlığı olsaydı o halde ölmek isteyen birini tutmak için bir neden görmezdim. Ama durum tamamen ülkenin içinde bulunduğu ‘şeriat soslu faşizmi’ni (Fikret Başkaya) veya bir başka deyişle ‘korsan kapitalizminin siyasal iktidarının’ (ii) (Kadir Cangızbay) dayattığı koşullarla ilgili olduğu için bir şeyler söylemek elzem.

Sanırım yönetenlerin başarılı oldukları en önemli şey yönetilenlerin zihinlerine enjekte ettikleri “hiçbir şeyin değişmeyeceği” “doğanın kanununun böyle olduğu” “başka bir dünyanın mümkün olmadığı” masalıdır. Bütün bu masallar insanın ruhunda umutsuzluğa yer açıyor elbette. İşte tam da burada ister Pink Floyd’ça söyleyelim “Don’t tell me there’s no hope at all / Together we stand, divided we fall.”, ister Mikail Aslan’ca söyleyelim “Ere finde daye, ezo naye xore tore vaci / Kami vato bine asmende haştiye çinna.” ister Ahmed Arif’çe söyleyelim “Dayan tırnak ile, dayan diş ile / Umut ile, düş ile / Dayan rüsva etme beni.”, umuda dair bir şeyler söyleyelim. Umutsuzluğa değil, umuda yer açalım hayatımızda. Düşünerek umudu, umutlu şeyler yaparak, yazarak, çizerek, söyleyerek. Şöyle haykırsak olmaz mı: Biz sizin yalanlarınızla, dolanlarınızla baş edemiyoruz, bu bize dert oluyor.

Ama sizin önünüzde diz çökmedik, diz çökmüyoruz ve de asla diz çökmeyeceğiz. Bu da size dert olsun!

Dönüp dolaşıp  “to be or not to be” meselesine geliyoruz değil mi?

İnsanı bulunduğu umutsuzluk veya karamsarlık pençesinden ne kurtarabilir? Bir şarkı, bir kitap, bir film, bir video, bir tablo, bir fotoğraf, bir gülüş, bir bakış, bir dokunuş, bir söz, bir dost eli, bir dayanışma kapısı, kim bilir daha neler neler…

Abbas Kiarostami’nin bir felsefi makale tadındaki filmi Kirazın Tadı'nda sabah evden intihar etmek için çıkan ama elinde kirazla eve dönen Baheri’nin çarpıcı hikayesiyle bitireyim yazıyı: 

Size başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Henüz yeni evlenmiştim. Başımızda bir sürü bela vardı. Öylesine bıkkındım ki her şeyi sonlandırmaya karar verdim. Bir sabah şafak sökmeden, yanıma bir ip alıp arabama atladım. Kendimi öldürmeyi kafama koymuştum. Dut ağaçlarıyla dolu bir bahçeye vardım. Orada durdum hava hala karanlıktı. İpi bir ağaca doğru fırlattım ama tutturamadım. Bir kere iki kere denedim ama kar ettiremedim. Ardından ağaca çıktım ve ipi sımsıkı düğümledim. Sonra elimin altında yumuşak bir şeyler hissettim. Dutlar! Lezzetli, tatlı dutlar. Birini yedim taze ve suluydu. Ardından bir ikincisini ve üçüncüsünü… Birdenbire güneşin dağların ardından yükseldiğinin farkına vardım. Ama ne güneş!  Ne manzara! Ne bahçeydi ama! Birdenbire okula giden çocukların seslerini duydum. Bana bakmak için durdular. Ağacı sallamamı istediler. Dutlar dallarından yere döküldü. Çocuklar yerken kendimi çok mutlu hissettim. Eve götürmek için biraz dut topladım. Karım hâlâ uyuyordu. Uyandığı zaman o da dutlardan yedi. Çok hoşuma gitti. Kendimi öldürmek için evden ayrılmıştım. Dutlarla geri geldim. Bir dut hayatımı kurtardı. Sadece bir dut, hayatımı kurtardı.

(i)  Fikret Başkaya, http://ozguruniversite.org/2017/08/21/seriat-soslu-neo-fasist-tirmanisi-durdurmak-fikret-baskaya/ 

(ii) Kadir Cangızbay, https://www.birgun.net/haber-detay/mesele-isid-degil-hala-anlamiyor-musunuz-85469.html

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Hıdır Işık: "Yazmak gerçekten benim için nefes almaktır."



Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Hıdır Işık: Tek bir isim veremem çünkü kendime haksızlık etmiş olurum. Diyebilirim ki severek okuduğum tüm usta şair yazarlarla ve sinemacılarla zaman geçirmek isterdim. Nedenine gelince, bu insanların yaşama dokunuşlarını, ses tonlarını, dalıp gitmelerini, zihninde ve ruhunda taşıdığı düşünce parçacıklarının yayıldığı bakışlarını yakından görmek isterdim.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz? 

HI: İlk uzun soluklu edebi eser okumamı orta okulu bitirdiğim dönemde yapmıştım. Bu anımı hiç unutmam, Yılmaz Güney’in Boynu Bükük Öldüler adlı romanıydı ve üç günde okumuştum. Halen o romanın karakterlerini ve betimlemelerini anımsarım. Yazmakla ilgili başlangıç noktama gelirsek, üniversite birinci sınıfta ilk şiirimi yazmıştım ve yazma serüvenim o şiirle başlamıştı.


İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi? 

HI: Kalbimi göğsümden söküp atacak gibi tatlı bir heyecandı. Çıldırasıya şiddetli yağan bir yağmurun bir anda kesilmesi, ardından da güneşin açması gibi bir duygu geçişiydi adeta.


Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

HI: “Aramızdaki dervişe bıraktım sözü: taş çatlar özlemekten!” dizem olmasını isterdim.

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

HI: Her renkten bir renktir, yani Gökkuşağı’dır.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

HI: Yazmayı seçerdim.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

HI: Hiçbirinin.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

HI: Evet ben de angaje bir şair yazarım. Ruhuma, ruhumu şekilleyen yeryüzündeki tüm canlıları eşit, adaletli ve özgür bir şekilde yaşam sürebilmesinin mücadelesine ve tabiatın sonsuz güzelliğine bağlımlıyım.

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için?

HI: Klişe olabilir, fakat yazmak gerçekten benim için nefes almaktır.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu? 

HI: Elbette keşke’lerim olmuştur. Sonuç itibari ile insanız.

hıdır ışık, şiir, edebiyat, oggito, haden öz, oggito söyleşileri

8 Mayıs 2020 Cuma

İoanna Kuçuradi’nin İnsan Hakları Felsefesine Giriş


“Tek tek insan hakları, insan onurunun pratikteki gerektirdikleridir. Bütün kişilerden insanın değerini –evrendeki yerini– koruyan bir muameleyi diğer bütün kişilere göstermelerini talep ederler."
Dünyayı saran şiddet ve kör savaş sarmalında, insanın bir kimlik olarak anlamını giderek yitirdiği, insana ait alt kimliklerin (din, dil, ırk, cinsiyete dayalı) ön planda olduğu günümüz dünyasında insana sadece ama sadece insan olarak bakmak mümkün müdür? İnsan özellikle içinde bulunduğumuz kapitalist sistemde öyle bir hale bürünmüş durumdadır ki, onun insanlığı ancak kendini tanımladığı bir başka kimliğe sıfat olmak durumundadır. Bu söylenilenlerden hareketle yeni bir soru sorarsak: Her koşulda insanın “insanlaşmasından” bahsedip insanı haklarıyla ön plana çıkarmak ve bunun üzerinden felsefi bir temel oluşturmanın gerçek hayatta bir karşılığı var mıdır?

İoanna Kuçuradi, günümüzün en önemli felsefecilerinden biri olarak insanı hakları ile birlikte felsefi bir zemine oturtmaya çalışarak bu soruya olumlu cevap veriyor. Yani, tam da insanın “insan” dışında her “şey” olduğu bu yüzyılda Kuçuradi’nin yapmaya çalıştığı şey, insanı gerçek kimliğine, özüne çevirmektir. Buna da insanlaşma süreci adını veriyor. Bunun ne derece mümkün olup olmadığı elbette ki bir tartışma konusu, ama çok kıymetli bir çaba olduğu gerçeği su götürmez. Kendisi bu çabayı “Don Kişot’ça” diye tanımlasa da savaşın, nefret dilinin, kötülüğün revaçta olduğu bu zamanlarda insanı bütün alt kimliklerinden bağımsız düşünüp sadece ama sadece insan olarak ele alıp ona haklarını teslim etme çabası içerisinde olmak tarihe çok önemli bir not düşmektir. İoanna Kuçuradi aynı zamanda, felsefesini bir yaşam biçimi haline getirmiş bir felsefecidir. Bu yazıda yapmaya çalışacağım şey, Kuçuradi’nin insanlaşma sürecine, ki bunun eğitimle mümkün olabileceğini söylüyor, ve insan hakları felsefesine bir giriş yapmaktır.


Bir üst kimlik olarak insan         

Kimsiniz? Kendinizi ne olarak, kim olarak, hangi kimlikle tanımlıyorsunuz? Sanırım pek azımız kendimizi sadece ama sadece insan olarak tanımlıyoruz ve bunu en temel kimliğimiz olarak dillendiriyoruz. Oysa “dünya, insanın yapıp etmelerinin ürünüdür ve her insan şu ya da bu şekilde kurulmuş insan ve toplum ilişkileri ağı içinde yaşamaktadır” (İyi, 2002). İçinde bulunduğumuz devrin şartlarını göz önüne aldığımızda, kendimizi salt insan olarak adlandıramayışımızda hem haklıyız hem değiliz. Haklıyız çünkü dünya o kadar çok mikro kimliğe bölünmüş durumdadır ki biz kabullenmesek dahi içine doğduğumuz toplum ve coğrafya bize bir ya da birkaç etiket birden yapıştırıveriyor. O etiketleri reddetsek dahi o etiketlerden kaynaklanan birtakım yaptırımlara maruz kalmaktan kurtulamıyoruz ve bu yaptırımlar bizi zamanla sımsıkı bir kimliğe/kimliklere bağlanmaya götürüyor, bunun üzerinden kendi varlığımızı tanımlamaya başlıyoruz. Öte yandan, insan olmayı temel kimliğimiz olarak dillendirmeme konusunda aynı zamanda haklı değiliz çünkü dünyaya insan türüne ait sade bir insan bireyi olarak bakabilmeyi beceremiyoruz ya da hiç çabalamıyoruz. İçine doğduğumuz coğrafyanın, ekonomi-politik koşulların bize yapıştırdığı etiketlerle yaşamayı kabulleniyoruz.  Bu kabullenme hayata bakış açımızı da belirliyor. Bu durum ister istemez Albert Camus’nün “İnsan ne ise o olmaya yanaşmayan tek varlıktır” sözünü hatırlatıyor.

“İnsanın, kendisinin haklarından, yani ‘insan hakları’ndan söz edilmesini mümkün kılan şey, kendisinin salt kendi dışından belirlenmiş, yani sadece nesneliğinden ibaret bir varlık değil, özne de olabilen, yani kendi dışından verilmiş determinizmlere ilave olarak kendisi de yeni determinizmlere kaynaklık edebilen bir varlık olmasıdır” (Cangızbay, 2003). Tam da bundan dolayı insanlaşma süreci bir bakıma kendi dışından verilmiş determinizmlere karşı bir özneleşme sürecidir. Yani insan tarihin sadece nesnesi olma durumuna boyun eğip de yaşadığı herhangi bir coğrafyanın, kültürün pasif bir varlığı olmaktan kurtulup o nesnel koşullara müdahale eden aktif bir özne haline gelebilmelidir. Böylelikle insan bütün alt kimliklerinden soyunup da sadece ama sadece insan olmaya çabalasa belki de şu yaşanılmaz kılınan dünya, yaşanılabilir bir dünya olabilirdi. Bizimle aynı olan, benzeşen veya bir şekilde kesişen kimlikler önceliğimiz oluyor. Durum böyle olunca bir insan haksızlığa uğradığında onun insan olmasından ziyade ona atfettiğimiz kimlik bizi ilgilendiriyor.  Oysa dünyaya sadece insan gözüyle, insan olarak bakabilmek herhangi bir insan hakkı ihlali karşısında durmayı, temel insan haklarını herkes için savunabilmeyi öğretir bize. Elbette ki bu, bir “insanlaşma” sürecini tamamlamakla elde edilebilecek bir şeydir.



İoanna Kuçuradi’ye göre insan

Türkiye’de felsefe ya da filozof dendiğinde genellikle dünya sorunlarından elini eteğini çekmiş, fildişi kulesinde oturan ve varoluşun genel sorunlarını kendine dert edinmiş münzevi insanlar akla gelir. Kuşkusuz bu, tarihin en önemli filozoflarını çıkarmış bu coğrafya açısından son derece üzücü bir durumdur. “Felsefenin genellikle sanıldığı gibi ‘soyut’ ve yaşamdan kopuk olmadığı, tersine yaşamın içinde ve yaşam için vazgeçilmez olduğu” (İyi, 2002) su götürmez bir gerçektir. Bu önyargılı anlayışa en iyi cevap kanımca İoanna Kuçuradi’dir. O, felsefeyi bir insanlaşma etkinliği olarak ele alıp, insanın sorunlarına eğilmiştir. Başka bir deyişle, “İoanna Kuçuradi için, her şey felsefe yoluyla insan içindir” (Çotuksöken, 2014).  Bu anlamda bakıldığında, İoanna Kuçuradi’nin açtığı ve yönetiminde bulunduğu kurumlardaki çalışmalar (Türkiye Felsefe Kurumu, İnsan Hakları Uygulama Merkezi gibi) “insana, insanın felsefi temelli eğitim yoluyla, felsefe aracılığıyla insanlaşmasına yönelik bir dizi eylemi, etkinliği içerir” (Çotuksöken, 2014).

Goethe’nin “Benim alanım zamandır” sözünü, İoanna Kuçuradi’ye uyarlayıp “Benim alanım insandır” dedirtebiliriz ona. Zira onun felsefesinin temelinde bütün kimliklerden bağımsız olarak insan yatar. Ancak burada insan, salt soyut bir kavram olarak yer almaz, “İoanna Kuçuradi için eyleyen bir varlık olarak insan”dır (Çotuksöken, 2014). Böylece insana dair bütün soru(n)lar felsefenin konusuna dâhil olur. Kuçuradi açısından baktığımızda bu insanlaşma sorunu, insan hakları sorunu olarak karşımıza çıkar.

İnsan hakları nedir? 

Peki, nedir insan hakları? İoanna Kuçuradi’ye göre insan hakları “bütün insanların eşit olduğu ve her kişinin sırf insan olduğu için sahip olduğu haklar” demektir (Kuçuradi, 2016). İnsan haklarını birtakım sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik haklardan ayırmak gerekiyor. Bu hakları, insan haklarının gerçekleşmesi için kullanabiliriz ya da bu haklar insan haklarının yani temel hakların olanaklı hale gelmesinde kolaylaştırıcı olabilir ama bunları insan hakkı olarak değerlendiremeyiz. İnsan haklarını belirlenmiş, kesin ve değişmez haklar olarak da adlandıramayız. Çünkü “insan, doğal varlığı/ olduğu şey (canlı bir nesne) temelinde değil, tam tersine kendi yaptıklarıyla/ yaptıkları temelinde, yani bir şeylerin öznesi olarak insan haline geldiğine göre, tür olarak yok olacağı güne kadar da tamamlanmış/nihai tanımına ulaşmış olamayacaktır. Böylesi bir varlığın hakları da daha bugünden tamamlanmış ve bu tamamlanmışlığı sayesinde de listesi/ kataloğu çıkartılabilir, paketlenebilir, bir paket halinde bir yerden/ günden diğerine nakledilebilir olsun” (Cangızbay, 2003).

Yine de her insan için geçerli olabilecek en genel anlamında kültürler arası değişkenlik göstermeyecek insan hakları kavramı üzerinde durmakta fayda var. Zira uygulanabilirlik açısından bu elzemdir. Felsefecinin bir görevi de “bir ülkede bütün yurttaşların eşit olduğu hakları –asgari ücret, emeklilik hakkı gibi sosyal ve ekonomik hakları– insan haklarından ya da temel haklardan –çalışma, eğitim, sağlık gibi haklardan– farkını göstererek” politikacılara kolaylık sağlamak olmalıdır (Kuçuradi, 2016). Her kişi hakkını bir insan hakkı olarak değerlendiremeyiz. İnsan hakları dediğimiz haklar, bunlara temel kişi hakları da diyebiliriz, bütün kimliklerden ve kültürlerden bağımsız olarak her bir insan için, “uygar” ya da değil, geçerli olan haklardır. Bir başka deyişle, dünyanın herhangi bir yerindeki bir insan için geçerli olan haklardır. “İnsan hakları, ancak toplum içinde yaşayan insanların sahip olduğu ve geliştirdiği hak ve özgürlüklerdir” (Çüçen, 2002). Kuçuradi’nin kendi deyişiyle, “insan haklarını Batı kültürüne dayanarak değil, insanın yapısal olanaklarının bilgisine dayanarak temellendirmek, yani antropolojik olarak temellendirmek” gerekir.

Buradan açıkça görüyoruz ki “insan” temel bir kimlik olarak karşımızda duruyor. En genel haliyle ve hiçbir alt kimliğe atıf yapılmadan ve hiçbir ayrım gözetilmeden direkt olarak insanın kendisinden ve haklarından bahsediliyor. Kadir Cangızbay’ın “Bir Kavram Olarak İnsan Hakkı” adlı makalesinde belirttiği gibi “başka bir ifadeyle insanın yapmak’ına değil de olmak’ına ilişkin hiçbir şey, hiçbir şekilde bir hak ölçütü olarak ele alınamaz. Ama bu aynı zamanda demektir ki bütün bu özellikler kendi aralarında eşdeğerli olan özelliklerdir: İster fizyo-anatomik olsun, isterse etno-kültürel, insanın olmak’ına ilişkin özelliklerden hiçbiri bir diğeri karşısında ne ayrıcalıklı kılınabilir ne de ast bir konuma indirilebilir. Çünkü bütün bunlar, insanın nesnesine tekabül ediyor olmalarından ötürü hiçbir hakka kaynaklık etmezler ya da başka bir ifadeyle, diyelim ela gözün yeşil gözden daha haklı ya da daha haksız olması düşünülemez.”

Kuşkusuz, bu insan odaklı felsefenin temel argümanıdır. İoanna Kuçuradi bu konuyla ilgili şöyle diyor: “Bir kişide bir insan hakkının korunması söz konusu olunca, bu kişinin kim olduğu önemli değildir; başkasının bir insan hakkını çiğnemiş bir kişi olması bile önemli değil. İnsan olması, insan haklarının onun için de korunması hakkını sağlıyor ona. Bir hakkı insan hakkı yapan, yani onu hiçbir insanda çiğnenmemesi ya da herkes için sağlanması gerekliliği, insanın olanaklarının bilgisinde temelini buluyor” (Kuçuradi, 2016). Alıntıdan da çok açık bir şekilde anlaşıldığı gibi Kuçuradi, herhangi bir topluluğun, toplumun, sınıfın, zümrenin hakkının/haklarının korunmasından bahsetmiyor, herhangi bir kişinin, bu başkasının hakkını çiğneyen biri olsa dahi, insan olarak hakkının korunmasından bahsediyor. Bu felsefi bakış açısı ırksal, dinsel, ulusal, kültürel, sınıfsal bütün kimliklerin üzerinde tutar insanı. Yani sırf belirli bir kimliğe ait olduğunuz için değil, sadece ve sadece insan olduğunuz için haklarınız korunur.

 “Tek tek insan hakları, etkin ve edilgin anlamda etik ilkelerdir. İnsanların görmesi ve başka insanlara göstermesi gereken muameleyi dile getirirler. Aynı zamanda toplumsal düzenlemeye, hukuka ve siyasete etik talepler getirme girişimidirler” (Kuçuradi, 2016). İnsan haklarını sadece edilgin veya sadece etkin ilkeler olarak görmemek demek, insanın eyleyen bir varlık olmasıyla ilgilidir. Tarihin hem nesnesi hem de öznesi olan insan, insanlaşma süreci boyunca hem başkalarına muamele eder hem de muameleye maruz kalır. Hem özne hem de nesne olmanın verdiği yükümlülük insanın bilinçli bir varlık olarak yapıp ettiklerini tartıp sosyal bir ortamda yaşadığı anda insan hakları temel bilgisiyle hareket etmelidir ki hem kendini korusun hem de karşıdakini. Bu da insanın bir değer yaratmasıyla ilgili olsa gerek. Çünkü herhangi bir karşılıklılığa dayanan ilişki, etik değerler söz konusu olur. “İnsanın, baştan/peşinen bir defada ve bütün zamanlar için geçerli olmak üzere verilmiş ezelî-ebedî ve evrensel/mükemmel (tamamlanmış) bir tanımı ve modeli bulunmayıp, kendi insanlığını kendisinin inşa edip çizdiğini, tabiî bunun da özneleşme süreci olarak gerçekleştiğini dikkate alırsak, insan haklarının neler olduğu konusunda tamamlanmış bir katalog çıkartmanın olanaksızlığı”nı da görmüş oluruz (Cangızbay, 2001).

Bu olanaksızlığa rağmen insan-altı kimliklerden bağımsız olarak ortak evrensel ilkelerde karar kılınabilir. Elbette yaratılan bu evrensel değerler her çağın değişmez ilkeleri olarak kabul edilemez, insanlaşmak sürecinden bahsediyorsak insan haklarının gelişim sürecinden de rahatlıkla bahsedebiliriz. Günümüz açısından düşündüğümüzde insan haklarını Kuçuradi’nin sözleriyle şöyle tarif edebiliriz: “Tek tek insan hakları, insan onurunun pratikteki gerektirdikleridir. Bütün kişilerden insanın değerini –evrendeki yerini– koruyan bir muameleyi diğer bütün kişilere göstermelerini talep ederler. Bu nedenledir ki açık kavranılmış insan hakları ‘evrensel’ normlardır” (Kuçuradi, 2016). Bir başka deyişle “İnsan hakları denen haklar, grup haklarından ayrı olan kişi haklarının bir kısmını, temel kişi haklarını oluştururlar. Bu haklar, bütün insanların eşit olduğu, her kişinin –kim olursa olsun– sırf insan olduğu için sahip olduğu haklardır” (Kuçuradi, 2016).

İnsan haklarının “evrensel normlar” olduğu düşüncesi onların herhangi bir dine, kültüre, sınıfa, topluluğa, inanca göre değişmiyor olmasıdır. Kaldı ki insan hakları felsefesinin temelinde insan kavramı olduğundan dolayı o kavramı herhangi bir alt kimlik mertebesine indirecek olan girişim ve kavramsallaştırma bu felsefenin ölüm ilanı olur. Aslında insan hakları felsefesi temeline insan kavramını koyabilmek demek, bütün alt kimlikleri aynı düzeye çekip ast-üst ilişkisini bertaraf etmek demektir.

İnsanların insanlaşması bir süreçtir ve insan hakları felsefesi bu sürecin amacına ulaşması için vardır. “İnsan haklarının amaçladığı, insanların insanlaşmasına yardımcı olan bir düzenin yaratılması, sürekli yaratılmasıdır” (Kuçuradi, 2016).

İnsan Hakları, Politika ve Eğitim 

İnsan haklarının geliştirilmesi, yurttaşların bu bilinçle donanması için siyasetçilere düşen önemli görevler var elbette. Kuçuradi, politikaya ve eğitim sistemine bu anlamda büyük önem verir. Ona göre, “Temel insan haklarının korunmasını sağlamayı temele almadan yapılan her anayasa ve bu haklarla ilgi kurulmadan çıkarılan her yasa, kurulan her kurum ve kuruluş, pozitiv hukuku kötüye kullanmak olur.”

Bu durumda siyasetçiler yasa yaparken insan hakları odaklı bir anlayışı göz önünde bulundurmalıdırlar. Bu, istenen ve özlenen bir durumdur. Ne yazık ki günümüz siyasi iktidarları kendi siyasi çıkarlarını ve kendi dar çevrelerinin “iyiliğini” gözeterek yasalar yapıyorlar. İşte tam da bu yüzden insanlık teknolojik ve bilimsel gelişme anlamında tarihin zirvesindeyken insan hakları ihlali konusunda ne yazık ki barbarlık döneminden bir adım öteye gidememiştir. Bunun temel nedeni de devletlerin insan haklarına dayalı bir anlayışla varlık gösterememesidir. Kuçuradi’nin kendi sözleriyle ifade edecek olursak: “Yaygın ve örgün eğitimde insan hakları eğitimine yer vermek, kendi başına bir varlık olarak devlet anlayışıyla bağdaşabilen ‘insan haklarına saygılı devlet’ kavramı yerine ‘insan haklarına dayalı devlet’ kavramını yaygınlaştırmak, temel insan haklarının mevcut koşullarda korunmasını sağlamayı ulusal politikaların ana amacı haline getirmek.”

Politika, eğitim ve insan hakları ilişkilerine dair Kuçuradi’den okumaya devam edelim: “İnsan haklarını şu anda dünya politikasının yönlendiricisi yapabilmek, oldukça düşük bir olasılık olarak görünüyor. Ama yapılabilecek bir şey vardır bugün: dünya ülkelerinde eğitimin ana amaçları olarak, insan olma bilincini kazandırmayı ve doğru değerlendirme yapabilmeyi öğretmeyi koymak. Bu, olanaklı görünüyor” (Kuçuradi, 2016:175).

“Bugün insanlık olarak sahip olduğumuz, değer korumaya yönelik en temel ilkeler, temel insan hakları dediğimiz ilkelerdir. Bu haklar bir ülkede yasal güvence altına alındıklarında, toplumsal özgürlük kavramının içeriğini oluşturan özgürlükler olurlar ya da özgürlüklere dönüşürler” (Kuçuradi, 2016:181).

Yukarıda da değindiğim gibi İoanna Kuçuradi’ye göre insan hakları sadece muamele görme değil, aynı zamanda muamele etme haklarıdırlar. Tam olarak aynı anda ikisidirler. Zira eyleyen bir varlık olarak insan sosyal ilişkisinde sadece aktif ya da pasif olarak yer almaz. Her insan hem başkalarınca kendisine muamele edilen ve başkalarına kendisi muamele eden bir varlıktır. Dolayısıyla Aristoteles’i anmak gerekirse, “insanın sosyal bir hayvan” olduğu savı burada da geçerliliğini koruyor.

“Beşerî varlık alanında insan, ‘özne olarak insan’dır ve de ‘insan hakları’, insanın ‘özneleşme’sini engelleyen/engellemeye yönelik her türlü tasalluta karşı bir kalkan işlevine sahip olmalıdır” (Cangızbay, 2001).  Elbette ki günümüz dünyasında böyle bir bakış açısını elde etmek için bir insanlaşma sürecinden geçmek gerekiyor. Nasıl bütün alt kimliklerimizden bağımsız bir insan olabiliriz? İnsanlaşma sürecimizi nasıl tamamlayabiliriz? İnsanlaşma derken neyi kastediyor İoanna Kuçuradi? Bir internet sitesine verdiği röportajda şöyle diyor: “İnsanlaşmanın en önemli yollarından, dolayısıyla göstergelerinden biri, insana özgü etkinlikleri, insansal etkinlik olarak iç amaçlarına ulaştıracak biçimde gerçekleştirebilmektir. Örneğin eylemde bulunurken ve başka birisine bir şey yaparken, değer bilgisini göz ardı etmemek, bu bilgiyi belirleyici kılmaktır.” Aynı röportajdan başka bir alıntı daha yapmak istiyorum: “İnsanlaşmanın önkoşullarından biri –enformasyon eksikliğinden dolayı her zaman yapamıyorsak da– doğru değerlendirme yapabilmektir. Doğru değerlendirme yapmadan doğru ya da değerli bir eylemde bulunamazsınız; ne var ki insanca yaşayabilmek için doğru değerlendirmeler yapabilmek şartsa da yetmez. İşte bunların hepsi felsefe bilgisidir.”

Görüldüğü gibi insanlaşmak bir enformasyon birikimiyle, bu enformasyon birikimi sonucunda doğru değerlendirmeler yapıp, insana özgü nitelikleri gerçekleştirebilmektir. İnsanlaşırken, insan olarak yaşarken yapmamız gereken nedir peki? Kendi eylemlerimizden ne derece sorumluyuz? Bir kişiye haksızlık yapıp yapmamak elimizde midir? İnsan değerlerini korumak ya da onları harcamak elimizde midir? İnsan olarak yarattığımız değerlerin bir karşılığı var mıdır? Sorularımızın cevabını İoanna Kuçuradi’den okuyalım: “Yaşarken, kendimizle ve başka insanlarla ilişkilerimizde yapılması gereken, değer harcamamaktır, olabildiğince değer korumaktır. Değer harcayan bir muameleye uğramamak, kişinin elinde değildir, ama bir eylemi yapmak ya da yapmamak elindedir. Örneğin haksızlığa uğramamak kişinin elinde değildir, ama haksızlık yapmamak elinde. Ben kimseye işkence yapmam, demek ve belirli bir durumda yapmamak kişinin elinde. Ama bazen bir şeyi yapmamak zor olabilir. Bu, Ben yapmam’ı söyleyip yaşarken gerçekleştirmek için kişinin her şeyden önce insan olduğunun farkında olması gerek.”

İnsan haklarını temellendirip hayata geçirmekte filozofların, felsefecilerin payı da büyüktür. Türkiye’deki yaygın kanaatin aksine filozof/felsefeci fildişi kulesine çekilip de olanı biteni umursamaz bir şekilde izlemez. İnsana dair sorunların tespitinde, kavramlaşmasında, çözümünde ve hatta uygulanmasında önemli rol oynar.  Çünkü “tek tek insan hakları, etkin ve edilgin anlamda etik ilkelerdir: insanların görmesi ve başka insanlara göstermesi gereken muameleyi dile getirirler. Aynı zamanda toplumsal düzenlemeye, hukuka ve siyasete etik talepler getirme girişimidirler” (Kuçuradi, 2016:72). İşte filozoflar da bir bakıma bu taleplerin sözcüsüdürler. Ancak Marx’ın “filozofların dünyayı yorumlamaktan ziyade onu değiştirmeleri gerektiği” tezine Kuçuradi sıcak bakmaz. Ona göre “filozoflar dünyayı değiştirmeye katkıda bulunabilirler. Ne var ki dünyayı değiştirmek –ama daha insanca bir dünya olacak şekilde değiştirmek– aslında siyaset ve eğitim işidir.”

Sonuç yerine

İoanna Kuçuradi dünyaya bir filozof olarak bakar, bir filozof olarak onu yeniden kurmayı dert edinir ve şöyle der: “Dünya problemlerine felsefeyle baktığımızda, hangisine bakarsak bakalım, hepsi, insan haklarıyla ilgili görünüyor.” İnsan haklarından ne anlamamız gerektiğini Kadir Cangızbay’ın sözleriyle yeniden okumakta fayda var: “İnsan hakkı derken hakkından bahsedilen insan, özne olarak insandır ve de insan yaptığıyla/yaparken öznedir.” Bu da tam olarak Kuçuradi’nin “insanlaşma süreci” dediği şeye denk gelir.

Yazımı İoanna Kuçuradi’nin çok önemli bir sorusuyla bitirmek istiyorum: “Açık kavranılmış insan haklarını bütün politikalarımızın ana amacı olarak koyabilir miyiz ve her durumda gerektirdiklerini adım adım yerine getirme cesaretini bulabilir miyiz?”  İşte herkesin kendine sorması gereken ve her yurttaşın gerçekleşmesi için çaba sarf etmesi gereken bir sorudur bu.

Kaynak

Cangızbay, K. (2003). "Bir kavram olarak insan hakkı," Arka Plan Uluslararası Politika, Sayı:3.

Cangızbay, K. (2001). "İnsan hakkı değil, insan olma hakkı," Birikim Dergisi, Sayı:150.

Çotuksöken, B. (2014). Çağın Olayları Arasında, Tarihçi Kitabevi Yayınları.

Çüçen, A. K. (2002). "İnsan hakları düşüncesinin gelişimi," Kaygı Dergisi, Sayı: 2.

İyi, S. (2002). "İnsan olma bilinci kişi olma sorumluluğu," Kaygı Dergisi, Sayı: 2.

Kuçuradi, İ. (2016). İnsan Hakları: Kavramları ve Sorunları, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

Kuçuradi, İ. (2014). Çağın Olayları Arasında, Tarihçi Kitabevi Yayınları.

Kuçuradi, İ. (2004). Yirmibirinci Yüzyılın Başında İnsan Haklarına Yönelik Tehditler, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

ioanna kuçuradi, haden öz, felsefe, insan, insan hakları, kadir cangızbay, betül çotuksöken, sevgi iyi, insan hakkı, a.kadir çüçen, eğitim

Özgürlüğü olmayanın mutluluğu olur mu Leylan?



"Hayat, mutlu olmak için değil, anlamlı olsun diye yaşanır, sen anlamın peşinde koşarken mutlusundur."

şafaktan korkuyorlar,

görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar.

Yağmurda çırçıplak yıkanır gibi ağlamaktan,

sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar.

– Nâzım Hikmet

"Bazen gerçeği görür, kabullenmek istemeyiz. Bazen tutunabilmek için gerçeği ararız. Bazen de yaşanan her olayda tek gerçek varmış gibi düşünürüz. Oysa gerçek herkese göre farklıdır. Olayları kendimize göre eğip bükerek öznel gerçeğimizi yaratmada üstümüze yoktur. Sonra da kendi yarattığımız gerçeklerin peşinden koşarız, ya da kaçarız gerçeklerimizden. Gerçek dediğin tam olarak nedir? Hangimizin gerçeği Avukat Bey?" (s. 7)

Böyle başlıyor Selahattin Demirtaş'ın ilk romanı Leylan. Bir öykü, şiir, roman veya bir deneme daha ilk cümlesinden okuru çarpabilir. Bu cümleler hangi okurun ilgisini çekmez ki? Beni Murat Uyurkulak'ın o enfes Tol romanının ilk cümlesine götürdü: Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve güzeldi.


Böyle ilgi çekici bir giriş yazıp hikayeyi onun üzerine kurmanın sancısını yaşamayan yazar yoktur sanırım. Kim bilir kaç yüz, belki bin, cümle yazılıp silinmiştir o ilk cümleyi yazmak için. Nitekim kitabın sonundaki ‘Teşekkür’ kısmında Selahattin Demirtaş kitabın ortaya çıkış hikayesini de anlatıyor. Elinizde en az dört, beş kez sil baştan yazılmış bir roman var. Bu da yazarın ne kadar titiz çalıştığını, okurunun karşısına içine sinen bir metinle çıkma gayretinde olduğunu gösterir. Leylan, aslında Seher'den sonra yazılmış, sonra bir kenara atılmış, yazarını "sanırım bir daha edebi metin yazamayacağım" hissine sürüklemiş, Devran’ı yazmaya itmiş, tekrar kendini hatırlatmış ve uzun bir cebelleşmeden sonra nihayet okurla buluşmuş bir roman. Bütün bunları yazıyor olmam romanın edebi değerine bir şey katmaz yine de. Çünkü bir edebi metin, niteliği ne olursa olsun okur ve zaman nezdinde bir karşılık bulmadığında ne yazık ki unutulup gider. Onun için bu sözlerim Leylan okurlarına değil, daha çok Selahattin Demirtaş'ın edebi metinlerini okumadan yargılayan, okuyup burun kıvıran, önyargıyla yaklaşan ve üretkenliğine haksızca saldıranlara. Edebiyat öyle sizin düşündüğünüz gibi metin veya yazar kayırmaz!


Peşinen söyleyeyim Leylan, Selahattin Demirtaş'ın edebi yolculuğunda ana istasyonlardan biri olarak yerini alacak; diliyle, karakterleriyle, olay örgüsüyle, kurgusuyla. Artık hiç edebi metin yazmasa, ki öyle bir hisse kapıldığını söylüyor kitabın sonunda, yazdığı üç edebi metinle yıllarca adından söz ettirecek.

Leylan, iki ana hikaye etrafında ilerliyor diyebilirim. Birincisi Kudret, Serap (Serap’ın Kürtçesi Leylan), can dostları Kemalettin ve Süphan etrafında, Kudret’in Leylan’a olan aşkını merkeze alıyor. Romanın dörtte birlik bölümüne denk geliyor bu bölüm. Yazar bu bölümde Diyarbakır’ı mekan olarak seçmiş. Kudret’in Serap’a olan platonik aşkını, ki Kudret’e göre gerçek aşk budur, eğer aşkını dile getirip onu ete kemiğe büründürürse aşkın biteceğini düşünür, can dostları Kemalettin ve Süphan ile maceralarını Diyarbakır’ın siyasi ve kültürel iklimini göz ardı etmeden dile getiriyor. Kudret’in Kemalettin ve Süphan ile dostluğu şu sözler üzerinden dile gelir: "Bu hayatta her şeyiyle güvenebildiğiniz en az bir kişi olmalı. Yoksa kendinizi hep yalnız hissedersiniz. İnsanların çoğu yalnızdır o yüzden, yapayalnız. (s. 27)

Politik göndermeleri, resmi ideoloji eleştirisi, sokağa çıkma yasakları, anadilinde eğitim vurgusu ajitatif bir renge ve sese bürünmeden ‘sıradan’ karakterlerin ‘sıradan hayatları’ üzerinden anlatılmış. Demirtaş mizahı elden bırakmamış. Bence kitabı okurken mümkünse bir şeyler içmeyin nerede ne zaman kahkaha atıp püskürteceğiniz belli olmaz. Elbette yanınızda mendil de olsun, arada gözünüze toz kaçabilir!

Demirtaş’ın içerde Kürtçe çalıştığını söyleşilerinden okumuştuk. Romanda özellikle Diyarbakır'ı mekân olarak alan bölümde Kürtçe-Türkçe kelimeler üzerinden (özellikle sesteş olup ama iki dilde tamamen farklı anlamı olan) anlamlı, ilgi çekici, düşündürücü şeyler yakalaması, yazarın iki dildeki ustalığını ve de sıkı bir dil işçiliği yaptığını da gösteriyor.

Satırların arasına serpiştirilmiş aforizmalar var ama bunlar oldukça yalın ve metnin akışını bozmuyor, sırıtmıyor. Birkaç örnek vermem gerekirse:

"Düşünsene, akıp giden zamanın içinde senin varlığınla yokluğun arasında hiç fark yok!" (s. 47)

"Çaresizseniz, üstelik hem yoksul hem çaresizseniz, göze alamayacağınız şey yoktur." (s. 57)

"Hayat bu işte; yaptığımız herhangi bir şey biz farkında olmasak da bir yerlerde birilerinin yaşamını etkiliyor, belki tümden değiştiriyordur. Kim bilir, belki yaşarken değil, ölürken sebep oluyoruzdur bu değişikliklere."(s.63)

Romanın ikinci ana hikâyesi diyebileceğim bölümde Kudret, Kemalettin, Süphan ile Serap’ın ilkokul arkadaşları Netice’nin yazdığı bir romanın karakterini tamamlamak için Diyarbakır’a gelmesi Hayat Hep Yarımdır adlı romanını Kudret’e vermesiyle yeni bir hikayenin içine sürükleniyoruz.  Bu bölüm şöyle bir epigrafla başlıyor:

"Bazen kafamızdaki karmaşayı gidermeden yaşamaya devam edemeyiz; bazen gidersek bile devam edemeyiz. Hayat kafamızın içindeki midir? Dışındaki mi? Çoğu zaman bilemeyiz." (s. 69)


Bu bölümde beyin cerrahı Sema ile tarih doçenti Bedirhan'ın, barış bildirisine imza attığı için üniversiteden ihraç edilmiştir, ve çocukları Mazlum ile Deniz'in hikayesini okuyoruz. Barış akademisyeni Bedirhan'ın üniversiteden atıldıktan sonra mücadelesine devam etmesi, can dostu Celal'in barış bildirisine attığı imzayı geri çekmesi ve bunun neticesinde yaşadıklarını sorgulama aşamasına gelmesi, Sema'nın Bedirhan ile yaşadığı sorunlar romanın merkezine oturuyor bu bölümde. Bu bölümün ana hikâyesi İstanbul'da başlayıp Zürih'e uzanıyor, oradan Nusaybin'e varıp son buluyor. Gerçi tam olarak tamamlandığını söyleyemeyiz. Çünkü biz hâlâ bir okur olarak Kudret'in elindeki Hayat Hep Yarımdır roman taslağını bitirmişizdir.

Beynindeki ur için ameliyat olacak olan Bedirhan'ın aynı gün kaza yapması ve öyle ameliyata alınması romanı farklı bir kulvara sürüklüyor. Bu kulvarda hem kurgu hem karakterler bir geçişkenlik kazanıyor ve kendimizi bir bilim-kurgunun içinde buluyoruz adeta. Yazar tıbbi terimleri o kadar yerinde kullanmış ki tanımayan tıp okumuş sanacak:)

Leylan'ın kurgusu, olayların akışı, bir puzzle gibi parçaları birleştirdikçe ortaya çıkan tablo karşısında durup hayranlıkla bakıyoruz o resme.
anın özellikle Zürih'teki bölümü bilim-kurguya yakın. Diyarbakır, Nusaybin ve İstanbul'daki bölüm ise daha farklı. Bir de mekanlar değiştikçe yazarın dilinin değişmesi de romanın artılarından. Diyarbakır'daki hikayede Kürtçe ve Türkçenin bir aradalığı mesela.

Leylan'da neredeyse her karakterin bir şekilde bir diğer karakterle bağı var. Yazar bu bağlantıları kurgularken o derece sürprizler yapmış ki eminim ki okurken "Yok artık!" nidaları sıkça çıkacak ağzınızdan. Bazen karakterler karşı cinse dahi geçiş yapıyor. Nasıl mı? Onu da söyleyip sürprizleri bozmayalım.

Romanda geçen başlıca karakterler: Serap, Kudret, Kemalettin, Süphan, Netice, Sema, Bedirhan, Celal, Linda, Mutlu, Mazlum, Deniz, Sakine Ana, Bahtiyar.

Leylan'ın kurgusu, olayların akışı, bir puzzle gibi parçaları birleştirdikçe ortaya çıkan tablo karşısında durup hayranlıkla bakıyoruz o resme. Aslında romanı bir okur olarak biz yazıyormuşuz hissine kapılıyoruz yer yer. Bu da Demirtaş'ın öykücülüğünü bir basamak ileriye taşımış diye düşünüyorum. Bunu derken öyküyü küçümsemiyorum elbette, romanla ikisinin çok ayrı olduğunu söylememe gerek yok. Bir okur olarak keyifle okuyacağınız edebi lezzeti tadacağınız bir roman Leylan ve çokça konuşulacağına şüphem yok.

Seher ve Devran ile kıyaslandığında Selahattin Demirtaş Leylan'da sınırları 'ihlal' etmiş diyebilirim. Daha önce Oggito'da yaptığımız söyleşide yazarken ne kadar özgür olduğunu sorup "Düşünün, âşık olan karakterleri doğru dürüst öpüştüremedim bile daha ☺ Romanımda birazcık öpüşürler belki ☺" esprili yanıtını almıştım. Leylan'da hem argo sözcükler yerinde kullanılmış, karakterlerin ağzında iğreti durmamış, hem de karakterler sevişmiş:)

Leylan'ı okurken güldüm, ağladım, düşündüm, öfkelendim, şiirlere, şarkılara yol aldım,umut, mutluluk, haz, ölüm, yaşam, yaşamın anlamı üzerine düşündüm. (Bu arada romanda bir şarkı sürprizi var, şairler, yazarlar ve filozoflar var.)

leylan selahattin demirtaşSelahattin Demirtaş, Leylan'da felsefi tartışmalara da giriyor. Özellikle Sema ile Bedirhan'ın mutluluk, haz, yaşamın anlamı, kapitalizmm, teknoloji üzerine tartışmaları keyifle okunuyor. Birkaç alıntı bırakayım buraya:

"Hayat, mutlu olmak için değil, anlamlı olsun diye yaşanır, sen anlamın peşinde koşarken mutlusundur." (s. 277)

"Sevgide de aşkta da böyledir bu. Kendi anlam arayışını bağnaz bir öncü gibi sevdiğine dayatan kişi onu ancak köleliğe yaklaştırır, özgürlüğe değil. Evet özgürlüğü olmayanın 'anlamı' da olmaz, 'anlamı' olmayanın mutluluğu da olmaz Bedo." (s. 278)

"Anlamlı bir yaşam uğruna mücadele ederken bazen işin öznesini, yani yaşamın kendisini araçsallaltırıyoruz. Mutlu olmayı ya unutuyoruz ya da mutluluğu anlamlı bir hayatın "büyüsünü, kutsiyetini" bozacak olan gamsızlık olarak düşünüp olabildiğince uzak durmaya çalışıyoruz. Kronik mutsuzluklarımıza umarsızca çözüm arayıp duruyoruz sonra. Anlam ile mutluluğun bağını koparıp çırpına çırpına boğuluyoruz bunalımlarımızda." (s. 128)

Beni düşündüren, çağrışımlarla beni başka okumalarıma götüren, hafızama güzel sürprizler yapan, hafızanın derinliklerinden bir şeyleri çıkarıp beni sevindiren, hüzünlendiren metinleri seviyorum. İşte Leylan da benim için öyle bir roman.

Şimdi yazının en başına dönelim, Nâzım Hikmet’in "Korku" şiirinden alıntıladığım dizelere. Selahattin Demirtaş’ın fikirlerinden, duruşundan, sıkı muhalefetinden, bir tweet ile seçim kazandıran siyasi gücünden, bulaştırdığı cesaretten korkuyor efendiler! Korkmaya devam etsinler. Çünkü dört duvar arasına atıp etkisini kırmaya, unutturmaya çalıştıkları, kendi koydukları yasaları dahi çiğneyip içerde tuttukları Selahattin Demirtaş savunmalarıyla, edebi üretimleriyle bu coğrafyanın sınırlarını çoktan aştı.

Ve son sözü yazara bırakalım:

"Özünde iyi bir insan olduğunu düşünüp insanların mutluluğunu istiyor olabilirsin, bu seni tam anlamıyla iyi bir insan yapmaya yetmez, sadece zararsız biri yapar. Ama insanların mutluluğu için bir şeyler yapma imkanın varken yapmıyorsan, bu seni kesinlikle kötü bir insan yapar. Bana kalırsa iyi insan olmanın temel kriteri, başkalarının mutluluğuna açılan kapının anahtarını rehin gibi elinde tutmamaktır. Ya hiç kimseye mutluluk vaat etmeyeceksin ya da bu şekilde ele geçirdiğin anahtarı rehin olarak kullanmayacaksın. (...) Özgürlüğü olmayanın mutluluğu da olmaz Sema. Senin mutluluğun bana değil, sana bağlı olmalı, onun yeri benim çelik kasam değil, senin yüreğin olmalı. Onu nasıl kullanacağını da, yaşamının anlamına nasıl dahil edeceğine de karar verecek olan sensin." (s. 274-275)

*Romandaki bir cümleye atfen yazdım başlığı.

selahattin demirtaş, demirtaş, leylan, roman, edebiyat, haden öz

Özlem Akıncı: "Ben özene bağımlıyım."



Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Özlem Akıncı: Flannery O’Connor’la, çünkü bir çiftlikte yaşıyordu. Kafka’yla, çünkü yaşadığı yılları ve ortamı merak ediyorum. Anna Karenina’yla karşılıklı oturup konuşmak isterdim, benim elimde porselen bir çay fincanı, onun elinde kasnak, iş işliyor. Çok var aslında. Haftada bir günümü, ama daha fazla değil sadece bir günümü bir yazar ya da karakterle geçirmek güzel olurdu.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz? 

ÖA: Ortaokulda okurken iki farklı sene iki ayrı Türkçe öğretmenim oldu. Ben o yaşlarda  kendi kendime yazmaya çalışırdım. Birisi yeni Türkçe sözcükler kullandığım için bana özel bir ödev (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muassırlaşmak, Z.Gökalp ile ilgili) vererek beni yazmaktan ve okumaktan soğutmuştu. Ödevi yapmamıştım, çünkü okuyamayacağım kadar ağır bir Osmanlıcayla yazılmıştı kitap, ama maalesef kendimi yeniden buluncaya kadar uzun bir süre ne okudum ne yazdım, öbür öğretmen ise oylamaya sokmadan sınıf başkanı ilan etmişti beni. İki uç tutuma maruz kalmışım. O yaşlar için oldukça sarsıcı bir ödül ve bir ceza.




İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi? 

ÖA: Ben öyküm ilk kez dergide basılacağı mesajını aldığımda evin içinde zıpladım. Sonra bu aşırı duyguyu bir daha hissetmedim. Kitap elime geldiğinde belki sadece biraz rahatlama, biraz memnuniyet, biraz gurur, o kadar. Sanki sıradanmış gibi.

Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

ÖA: “Cesur olmayan kadınlar, derdi. Korkak kadınlar yani, derdik bir ağızdan.  Hayır, derdi. Söylediğim kesinlikle başka, cesur olmayan kadınlar.” Birkaç cümle oldu ama anlamı öyküde böyle ifade etmişim. Ya da, “Yüzelim. Nasılsa her şey aldatmaca.”

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

ÖA: Beyazdan başka bir renk düşünemiyorum. Sayfa beyaz olduğu için olabilir mi.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

ÖA: Tabii ki okumayı.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

ÖA: Hangi karakterimi en çok beğeniyorum, olarak cevaplarsam sorunuzu, Tomris, diyebilirim.  Yaşlı  ve bağsız bir kadın. “Sonra Derya” ve “Bir Tomris Vardı” iki öyküde geçiyor.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

ÖA: Bağımlı olmayan var mı ki. Ben özene bağımlıyım. Emeğe, yapılan işe gösterilen itinaya, titizliğe, inceliğe, yazanla yazılan arasında kurulan saygılı ilişkiye yani.

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için? 

ÖA: İyi hissettiriyor, peşinden koşturuyor beni.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu? 

ÖA: Keşke erken yaşlarda doğru yerlerde olsaydım da yönümü daha erken bulabilseydim, diyorum.

özlem akıncı, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi

İrem Uzunhasanoğlu: "İnsanların hikâyelerini anlattıkça hayatta kalacaklarına inanıyorum."


Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

İrem Uzunhasanoğlu: Simone de Beauvoir’la bir gün geçirmek isterdim. Onun bir günlük rutinine şahit olmak, Cafe de Flore’deki masalarına konuk olmak ve edebiyat konuşmalarını dinlemek harika olurdu.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz? 

İU: Birçok insan ilk okuduğu kitabı hatırlıyor. Ne yazık ki benim b, u kadar erken bir anım yok. Belki Şeker Portakalı’ydı belki de değil ama annemin kendi okuduğu kitapları bana sesli okuduğunu hatırlıyorum. Kanepede uzanmışız ben annemi dinliyorum, seksenlerin sonu ya da doksanların başı olmalı, Osmanlı sarayından sürgün edilen bir sultanın gerçek hayat hikâyesini okuyor, yine aynı yıllarda Zülfü Livaneli’nin gazetede tefrika edilen ve yine Osmanlı dönemini anlatan romanını hayranlıkla dinlediğimi hatırlıyorum. Yazmaya dair ilk anım da ilkokul beş itibariyle tutmaya başladığım günlükler. Yıllarca her gün düzenli günlük tuttum ta ki otuzlu yaşlarımda ani bir kararla hepsini imha edene kadar. Edebiyata dair ilk yazdığım yazı da Lise 1’de kaleme aldığım bir tiyatro oyunuydu.



İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi? 

İU: Ağladım. On binlerce kelebeğin aynı anda havalandığını hayal edin, öyle bir yükselme anıyla gelen kalp çarpıntıları ve pıtır pıtır dökülen gözyaşları.

Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, h:angisi olsun isterdiniz?

İU: Bilmem, ilk romanımın ismi olabilir, “Gitme Gül Yanakların Solar”

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

İU: Biraz mavi çünkü gökyüzü ve umman kadar sonsuz ve dipsiz. Biraz siyah çünkü içinde matem var. Biraz sarı çünkü güneş yüzünü ara ara gösteriyor. Biraz gri çünkü melankolik. Biraz kırmızı çünkü mecazi tabirle yazarken kan akıtmanız gerekiyor. Biraz yeşil çünkü baharda yeşermiş kırlar kadar dingin. Biraz buğday rengi çünkü salınırken esrik. Sanırım hepsi. Beyaz hariç – çünkü masum değil.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

İU: Sonsuza dek okumayı seçerim. Yazmak, derinlerini kazıdığın için yaralayıcı olabiliyor ama okumak iyileştirici, yatıştırıcı, sakinleştirici, dinginleştirici ve en önemlisi ne yaşarsam yaşayayım bana yalnız olmadığımı hatırlatan bir eylem.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

İU: Ufkun Öte Yanı romanımdaki Refika Hanım beni yazsın isterdim. Onu çok sevdiğim Leyla Erbil’den, Sevgi Soysal’dan, Tomris Uyar’dan yola çıkarak kurgulamıştım, seksenlerine dayanmış ünlü bir kadın yazar. Benim hikâyemi anlatsın isterdim zira acılarımız da benzeşiyordu.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

İU: Hikâye anlatmaya angajeyim. İnsanların hikâyelerini anlattıkça hayatta kalacaklarına inanıyorum. Tanıştığım insanların anne babalarının tanışma hikâyelerini anlattırmayı seviyorum mesela ya da anneannelerinin nerelerden göç ettiğini. Hem kolektif hem de bireysel hafızayı böyle koruduğumuza inanıyorum. Anlatarak...

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için? 

İU: Eski mesleğimi tamamen terk etmemle birlikte son birkaç yıldır artık bir yaşam biçimi haline döndü. Her gün bir roman bitirmek ve yazmasam bile yazı masasına oturmak rutinim oldu. Son zamanlarda çeviri de epey zamanımı alıyor. Günde beş-altı saatimi çeviriye ayırıyorum. Okumalarım yazmamı destekliyordu ama çeviriye başladıktan sonra şunu fark ettim dille oynamak, yabancı metinleri kendi dilimde yeniden var etmek de yazdıklarımı etkiliyor. Yaptığım işlerin, yazdığım makalelerin tamamının bir bütün olduğunu ve aynı şeye hizmet ettiğine inanıyorum – daha iyi bir metin yaratmaya ve yeni hikâyeler anlatmaya.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu?

İU: Hayatımda hiç pişmanlık yaşamadım, yanlışlar bile yapsam hepsinin başka bir davaya hizmet ettiğini, başka bir kapıya yönelmem için, öğrenmem için olduğunu düşündüm, buna inandım. Keşkeleri olan mutsuz bir insan değilim. Yazma eylemine gelince; ilk romanım neredeyse hiç editöryal çalışma görmeden basılmıştı, keşke bastırmak için acele etmeseydim dediğim çok oldu ama sonra onu da tüm hatalarıyla bağrıma bastım. Beni ben yapan o hataları görmek ve onlardan ders almaktı.

irem uzunhasanoğlu, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi

Çiyil Kurtuluş: "Okumanın olmadığı yerde yazmanın da bir ömrü var."



Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Çiyil Kurtuluş: Aklımda birkaç kişi var, hiçbiri buralı değil ama bunun bir önemi yok ve hepsi de bu dünyadan göçtü, aslında bunun da bir önemi yok. Eserleri vasıtasıyla hep yakın sayılırız. Bir tek kişi söylemem gerekirse o kesinlikle Anton Çehov olurdu. Hem öykü hem oyun yazmış olması, anlayış olarak kendimi ona yakın hissetmem, ayrıca hoş, naif, ağırbaşlı duruşu nedeniyle de kendisiyle bütün günü yan yana geçirebilirdim.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz? 

ÇK: İlkokulda bir kompozisyon yazmıştım. Çok beğenilmişti. Babam bir süre eve gelen herkese,  bakın, kızım ne yazmış diye okurdu. Kompozisyonumun başlığı “İlgi ile Bilgi” Bunlar iki kardeş. İlgi olmazsa bilgi aç kalır. Bilgi olmazsa İlgi aç kalır gibi bir şeydi… Ama itiraf etmem gerekirse okumak ve yazmakla ilgili ilk acıklı anım; sınıfta okumayı söken son iki çocuktan biri olmamdı.


İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi?

ÇK: Mutluluk. Bir şeyi başarmış olmanın verdiği haz.

Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

ÇK: Önce kendinizi sonra birbirinizi sevmeyi öğrenin.

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

ÇK: Yazmak eyleminin içinde dünya gözüyle görebildiğimiz ve göremediğimiz bütün renkler mevcuttur.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

ÇK: Elbette okumayı. Hem bu şekilde bir gün yeniden yazıya kaçma olasılığım hep var olur. Ama yazmayı seçersem, bir gün yazı beni bırakıp kaçar. Çünkü okumanın olmadığı yerde yazmanın da bir ömrü var.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

ÇK: Karakterlerimi ben yarattım diye düşünüyorum ama şu da mümkün; hepsi farklı zamanlarda içime girip bana birer tuğla eklediler, o yüzden kendilerini bulmam pek de zor olmadı. Dolayısıyla seçim yapmam pek de adil olmaz.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

ÇK: Ne güzel söylemiş usta. Evet, ben de angaje bir insanım ve bu durum yazma eylemine de sirayet eder elbette. Ben sevgiye, inceliğe angajeyim.

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için? 

ÇK: Yazmak benim için kesinlikle bir tutku.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu? 

ÇK: Herkesin kendince keşke’leri vardır tabii. Ben de, yazma eylemine keşke daha erken başlasaydım, diyorum.

çiyil kurtuluş, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi

Meral Saklıyan: "Ben samimiyete ve hakikiliğe angajeyim sanırım."


Haden Öz : Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Meral Saklıyan: Orhan Pamuk’la geçirmek isterdim. Nedeni tamamen yazdıklarına hayran olmam.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz?

MS: Pınar Kür’ün roman yazma atölyesine katılmıştım. Anna Karenina romanını okuyun sonra gelin, demişti. Altı haftalık atölye süresince romanı irdeledik ve ben bu kadar güzel bir roman yazamayacağıma karar verip yazmaktan kendi kendimi soğuttum. Aradan iki yıl geçti. Baktım kendi kendime bir şeyler karalıyorum, o zaman öyküye yöneldim. 


İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi?                                                                                                                                       

MS:  Önce kalbimin üstüne sıkı sıkı bastırdım sonra da kokladım.

Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

MS: Henüz böyle bir cümle için çok erken.

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

MS:  Gökkuşağı renginde.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

MS: Yazmayı.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

MS: "Kısmet" adlı öykümdeki Hamiyet karakterimin beni yaratmasını isterdim.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

MS: Her insan angajedir aslında, ama neye angaje olduğunu bilmek zamanın göstereceği bir şeydir. Ben samimiyete ve hakikiliğe angajeyim sanırım.

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için? 

MS:  Tutku değil ama yaşama biçimi olmak zorunda, yoksa bu kadar peşine düşmezdim.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu? 

MS: Evet, keşkelerim oldu. Keşke daha önce yazmaya başlasaydım, diyorum çoğu zaman...

meral saklıyan, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi

Selim Temo: "Dünya okunan bir yazıdır."



Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Selim Temo: Ben kafamı Nevski Bulvarı’nın kaldırımlarına vura vura kırarken o çılgın Mayakovski “Ve sessiz sessiz / Rayların dizlerini öperek gelen / Bir tren tekerleği dolanacak boynuma” dizesini nasıl yazdığını anlatsa şahane olurdu.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz? 

ST: Babam bir Orta Atlas almıştı, ben iyice çocukken. O atlastaki fiziki ve siyasî haritaların üstünde dolaşan ince parmaklarımla gerçekleşen dünya seyahatlerim oldu. Her yerin adını okudum ve zihnime yazdım. Bu yüzden dünya ve gerçeğin okunan bir yazı olduğuna inandım.




İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi? 

ST: “Ah! Tamara” çıkacaktı. Beklemeye dayanamadım. 25 Ekim 1995. Kazım Karabekir Caddesi’ndeki matbaaya gittim. Baskı devam ediyordu, ama patron ustayı çağırdı ve beş nüsha hazırlamasını istedi. Nemli nemli beş nüsha. Patronun odasında oturan açık tenli bir kadın bana garip garip bakıp duruyordu. Kendimi dışarı attığımda hemen bir taksiye atlayıp Kızılay’a geçtim. Ağzımda o kadar büyük bir gülümseme vardı ki gören deli sanır diye taksiye bindim. Ama indikten sonra da ağzım küçülmedi.

Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

ST: “Ax çûyîn çiqas li min tê” (Ah gitmek nasıl da yakışıyor bana).

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

ST: Sarı.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

ST: Tercih yaptım aslında ve bu okumaktı.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

ST: 25 yaşındayken, 26  günde bir roman yazmış ve Halkevleri Roman Ödülü'nü kazanmıştım. 1998’de, 300 milyon lira iyi paraydı. Evsizdim, parasızdım, ne yapsam ne etsem derken ödül duyurusunu gördüm ve bu romanı yazdım. Bu romanda Mahmut Seven karakteri vardı. Tanımadığım biriydi. Beni yaratmayı reddeder bence. Herif acayip biri. Bir türlü yazamadığım “Gava Genim Seridî” romanımdaki Cewzet beni yaratacak olsa, çok dalgalı biri olurdum bu sefer. En iyisi hiç yaratılmamak!

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

ST: Tabii. Hiç düşünmeden. Ama angaje olduğum şeyi çiğnemeyi severim.

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için? 

ST: Kader.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu? 

ST: Genel olarak hayatımda merhametin ihanete ulandığını gördüm. Keşke doğru insanlara merhamet gösterseydim. Okuma ömrü, yaşama ömründen çok daha kısa. Keşke o kadar çok akademik kitap okumasaydım da onlara ayırdığım okuma ömrümü edebi yapıtları okumaya harcasaydım.


selim temo, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi

Eylem Ata Güleç: "Daha iyisini yapabileceğime dair inanç."



Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Eylem Ata Güleç: Rebecca Solnit. Solnit’in metinleri köpürtme becerisi muazzam. Sizi istediği yerde ve istediği kadar dolaştırabilir hatta kaybedebilir. Sonunda pek çok deneyim yaşatarak aldığı yere bırakır. Ayrıca sosyal olguları sorgulama yetisi, entelektüel derinliği, umutlu ve coşkulu kişiliğinden ötürü Rebecca Solnit’i tanımak isterdim.

Okumak ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz?

EAG: Birkaç yıl önce, yeni bir öykü çalışıyordum ve hiç iyi gitmiyordu. Bilgisayarın başından kalkıp sigara içmek için balkona çıktım. Balkonda, Oylum Yılmaz’ın yeni kitabı çıksa da okusam keşke, diye düşündüm. İçeri girdim ama tıkanan öyküye dönemedim. Onun yerine sosyal medyada oyalanmaya başladım. Ve karşıma Oylum Yılmaz’ın yeni kitabı Gerçek Hayat’ın duyurusu çıktı. Kendimi çok tuhaf hissettiğimi hatırlıyorum.



İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi?

EAG:  Güven. Daha iyisini yapabileceğime dair inanç.

Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

EAG: Ne yaptığımı sanıyorum? Evimin ortası kan gölüne dönmüşken oturup gerçeküstü metinler hayal ediyorum! Herkesin oraya buraya dağıldığı bu berbat hayatta kimin yazdıklarımdan haberi olacak? Kim okuyacak yazdıklarımı? Geriye kalanlar için bir şey ifade edecek mi bu hayalet hikâyeleri? Ne için uğraşıyorum? Hangi deliğimi tıkamaya yeter ceset torbaları arasında yazmak! (Henüz yayımlanmamış Çift Başlı Güvercin adlı romanımdan.)

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

EAG:  Yazmak kutup aurorası gibidir. Renklerin ortaya çıkması için yüklü taneciklerin etkileşmesi gerekir. Kutup ışıkları zayıflayıp sönmeye yüz tuttuğunda, yeniden ve daha güçlü canlanır, yazmayı buna benzetiyorum.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı yazmayı mı seçerdiniz?

EAG: Bu tercihi yapmak zorunda kalmamayı diliyorum. Tercih etmek zorunlu olsa okumayı seçerdim. Yazı çok fazla emek, çok fazla zaman ve yoğunlaşma gerektiriyor. Yazmak için, yazı dışındaki uğraşlarını, faaliyetlerini hatta bazen sorumluluklarını ihmal etmek zorunda kalıyor insan.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

EAG:  Sınırlarını zorlayan kadın karakterlerimin. Birbirimizi iyi tanıyoruz. Ruhlarımız beraber yoğrulmuş çünkü.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insan onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

EAG:  Öyle olup olmadığımı bilemiyorum. Söze inanıyorum. Hafızaya hizmet etmek istiyorum. Bellek kaybolmasın. Unutulmaması gereken o kadar çok acısı var ki halkımızın. Çocuklarımıza yüzleşilmemiş bir geçmiş bırakmaya hakkımız yok. Geçmişi kuru tarih bilgisiyle öğrenebilirsiniz ancak yaşananları hissedemezsiniz. Bütün bu olan bitenlerin arasında sıkışmış insan hikâyelerini hissedilebilir duruma getirmek gerek. Edebiyat bunu yapmak için muazzam olanaklar barındırıyor.

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa başka şey mi sizin için?

EAG:  Yazmak, benim için başetme yöntemi. Kişisel ve toplumsal travmalarla başa çıkma çabası. Bu çaba her zaman edebiyata dâhil olabilecek sonuçlar vermeyebilir. Bazen yazmak sadece kişinin kendisine iyi gelen bir uğraş olarak kalır. Yazıya dökülen şeyin kamuya açılabilmesi, okunabilmesi için edebiyat matematiğiyle şekillendirilmesi gerekir kanımca.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu?

EAG:  Evet. Çok. Yaptığım ve yapmadığım pek çok şey için keşke diyorum. Öyle günler oluyor ki saat başı keşke diyor insan. “Keşke sorulara daha iyi cevaplar verebileydim.” “Öyküyü yollamadan önce sesli okusaydım keşke.” “Hava soğukmuş keşke çocuğu parka çıkarmasaydım.”

eylem ata güleç, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi

Onur Çalı: "Edebiyatın barışla, adaletle, özgürlükle, eşit paylaşımla yakından ilgili olduğunu düşünüyorum."



Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Onur Çalı: Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki Ender ve Çetin’le. Ama Nihal ve abisi olmayacak. Sadece üçümüz. Ankara sokaklarında birlikte dolaşıp akşama doğru eski Tavukçu’da iki kadeh rakı içmek isterdim. Neden? Çünkü öyle bir dostluğa ihtiyacım var.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz?

OÇ: Dokuz yaşındayken bir çocuk dergisine bir şiir göndermiştim. Herkes çok ilgiyle ve sevinçle karşılamıştı ama benim heyecanımı tam olarak paylaşacak birini bulamamıştım. O his kalmış bende. Bu daha sonra da geldi başıma. Galiba bu yüzden, zamanla kendimi ikiye bölmeyi öğrendim. İşyerinde ya da edebiyatla ilgisi olmayan arkadaşlarımın yanında bu türden sevinçlerimi paylaşmıyorum.



İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi?

OÇ: Birçok duygu çöreklenmişti üstüme ama sanırım ağır basan şaşkınlıktı.

Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

OÇ: Tek bir cümle değil ama okuyanların hatırında kalacak birkaç öyküm varsa, ya da olursa, başka bir şey istemem.

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

OÇ: Kara-kızıl.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

OÇ: İlla bir tercih yapacaksam bu ancak silah zoruyla olur. İkisi birbirinden ayrılmayacak tek bir uğraş bana kalırsa.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

OÇ: “İsa’ya Göre İsa” öykümdeki İsa.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

OÇ: Edebiyata angajeyim. Belki benim hüsnü kuruntumdur, bilemiyorum ama edebiyatın barışla, adaletle, özgürlükle, eşit paylaşımla yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Aksi halde edebiyat, güzel söz kurmaktan ibaret bir zanaat olurdu.

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için?

OÇ: Yaşama biçimi galiba. Çünkü merkezde edebiyat var. Yaşamımdaki her şey o merkeze göre konumlanıyor.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu?

OÇ: Keşkelerim yok diyen yalan söylemiş olur.

onur çalı, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi

Özgün E. Bulut: '"Beni yazmaya iten Martin Eden’in yazı serüvenidir."


Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Özgün E. Bulut: Tatar Çölü’ndeki Giovanni Drogo ile Bastiani Kalesi’nde gün boyu çölü izlemek. Beklediği ânı ve gençliğin değerini ona hatırlatmak isterdim.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz?

ÖEB: Martin Eden ve Demir Ökçe ile bu duyguyu yaşadım. Beni yazmaya iten bir anlamda Martin Eden’in yazı serüvenidir. Kendimi onun gibi gördüm. Ya da o adam bendim diyebilirim.

İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi?

ÖEB: Şiirlerin Diliyle Dersim’di. Kargoyla gelmişti. Oldukça heyecanlıydım. Tek duygum paketi eve götürüp bir an önce açma isteğiydi. Ancak evde kirvem Zülfü ve canım Jirik Cihan vardı. Zülfü köpekten kaçarken, araba çarpmıştı. Heyecanı orada gömmüş olduk telaş ve korkudan.

Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

ÖEB: “benden kalan son iz, yangından kalan son kül bu

          yangından kalan son iz, benden kalan son kül bu...”

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

ÖEB: Gri ve mavi arasında gidip geldim.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

ÖEB: Elbette okumayı.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

ÖEB: Xızır’ın yaratmasını isterdim doğrusu.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

ÖEB: Vicdana angajeyim. Vicdanıyla düşünmeyenlerin yatacak yerlerinin olmadığını düşünürüm.

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için?

ÖEB: O da vicdani bir eylem benim için.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu?

ÖEB: Keşke okunası herkesi zamanında okusaymışım.

özgün e. bulut, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi

Aslı Serin: "Keşkelerle yaşamayı öğreniyoruz. Keşke öğrenmeseydik. "



Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Aslı Serin: Turgut Uyar. “Üçyüzbin” şiirini gerçekten milli piyango biletine yazıp yazmadığını sorardım. Çok önemli, 300.000 kadeh kırıldı bunun için.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz? 

AS: Soruyu iyi anladığımı sanmıyorum, iki farklı şekilde anlıyorum ikisinin de cevabı, hatırlamıyorum.



İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi? 

AS: Bu benim mi şimdi demiştim. Kitabın üzerinde de öyle yazıyordu. Yalnız şunu belirtmeden de geçmek istemem, büyük şeyler atfetmiyorum. 

Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

AS: “papatyalardan kaktüslere geçişimiz elbette kolay olmadı”

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

AS: Simsiyah.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

AS: “Okumadan yazılamaz” klişesini savunmuyorum. Bu yüzden ikisini de seçerdim.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

AS: Roman, öykü yazarı arkadaşlarımız sanırım bu sorunuzun muhatabı.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

AS: Karşı komşulara, çay servisi yapan Sibel’e, borulara, kaktüslere, aşka, asgari ücrete, enflasyon oranına, kedilere, kendime angajeyim. 

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için? 

AS: Başka bir şey.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu? 

AS: “Keşkeler keş eder” diye bir duvar yazısı vardı. Keşkesiz olmaz. Keşkelerle yaşamayı öğreniyoruz. Keşke öğrenmeseydik.

aslı serin, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi

Asuman Susam: "Okuduğumuz için yazabiliyoruz."



Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Asuman Susam: Clarice Lispector ve Emily Dickinson ile birer gün hiç fena olmazdı. Uyumu ve uyuşmayı, müzakereyi reddeden yırtıcı ruhlar. İşlerini yapma biçimlerine hayranlık duyduğum gibi metinlerinde nabızlarının sesini, kanlarının damarlarından akarkenki hışırtılarını işitiyorum.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz? 

AS: Okumayı söktüğümde kendimi tuhaf bir heyecan ve gurur fırtınası içinde, epey bir büyümüş hissetmiştim. Bizim eve renkli gazeteler giriyordu. Gözüm dedemin siyah-beyaz gazetesindeydi. Artık onu okuyabilecek, dedeme ve dünyaya daha yakın olacaktım.

Yazma ile ilgili ise babamın armağanı bir botanik defterini ilk anımsıyorum. Sonra defterler benim için hep çok önemli oldu. Hâlâ defterlerim var, onlara yazarım çoğu şeyi ilkin. Yeryüzünde ilk kez gördüğüm bitkiler vardı defterde ve yanlarında da boşluklar. O boşluklara şiirler yazmıştım. Okumanın etkisi gibi bir his hatırlamıyorum yazmakla ilgili. Sakin bir içine konuşma gibiydi yazmak. Bitkilere ve kendime konuşma. Kimseye okutmadım onları. Yazmış ve saklamıştım; sadece benim olandı o.




İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi? 

AS: Bu soruya harika, büyük bir mutluluk hissi tarif olarak beklenir belki ama bence çoğumuz için bu böyle değildir. Tuhaf bir esriklik hali ama tam mutluluk, tam sevinçle karşılanamayacak bir his anımsıyorum uzaklardan. Çokça tedirginlik, kaygıyla karışık. Peki, şimdi n’olacak hissi, boşluk korkusu, cesaret ve cüret arasındaki gerilim. Bu hep var, hâlâ var.

Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

AS: Bunun için yazmaz yazan, keşke bir şey, tek bir şey kalsa. Kendimin ideal okuru olsaydım belki söyleyebilirdim. Önceki yanıtımda söz ettiğim gibi cesaret ve cüret arasındaki o gerilim hattında duranın bir şey söylemesini ondan beklemeyiniz. Size en sonu için der ki “benden sonra tufan”.

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

AS: Renk severim. Yazmanın halleri içinde de renkten renge girerim. Ama “yazma eylemi” tüm zorlu süreçleri ile “mavi”dir derim. Soğuk bir mesafelilikle, yükselten bir hafiflik; kuşatan kapsayan bir engin derinlikle, yüzeydeki akışkanlık; uygarlığın metalik tadıyla ilksel zamanların hafızasını taşıyan suyun tadı. Sıcak ve yumuşak değil; sert ve soğuk. Yazmak çünkü dünyanın en ağır işçiliklerinden, farkındaysanız gerçekten yaptığınız işin.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

AS: An düşünmeden kesinlikle okumak derim. Okuduğumuz için yazabiliyoruz.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

AS: Karakterlerim yok, olsaydı hiçbiri derdim. Şunu biliyorum ama yazmak, karakter inşası yazma sürecinde yazan özneyi de değiştiren bir eylem. Yazar anlatıcının karakterleri ile birlikte bir değişim geçirdiği çok metin örneği var. Hemen aklıma geliverenlerden biri Lispector’ın Yıldızın Saati. Bir metafordur ama yazarın karakterinin gücüyle, yazarak değişimini düşünmeye zorlar bizi.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

AS: Yaşadığımız sürece bağlı olacağımız tek şey hayattır benim için. Her şeyiyle yalın bir insanlık hali, insan oluş serüveni. Halden hale geçişlerle hayat kadar büyük tek şey ölüm. Bu ikisinin arasında bu ikisine bağlı olmanın zoruyla yapıyoruz ne yapıyorsak. Hem zordan hem kendiliğinden.

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için? 

AS: Tutku, kader, yaşama biçimi… Bunlar bana tumturaklı sözler gibi geliyor. Yazıyor oluşu idealize ve romantize eden tutumlardan çok hoşlandığımı söyleyemem. Elimde Rosi Braidotti’nin Kadın-Oluş1 kitabı var. Yazma Tutkusu için şöyle demiş: Yazmak benim için politik ve entelektüel bir uğraştan da öte, içimden gelen bir jest, nefes alış verişimde bir değişiklik, kendinde bir amaç.” Bu “kendinde bir amaç” bölümünü özellikle çok yakın buldum kendi derdime. Yeryüzünde ve dünyada oluşu, buradaki yerimi, şeylerle ilişkimi kendime hatırlatma, kendi kendime kurma biçimim benim yazmak. Uyur uyanıklık arası o yerde bir başdönmesi gibi. Kesik kesik bir süreklilik.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu? 

AS: Düz bir çizgi yalpalatır ve insan eksiğinden olan bir şey. Kusurlar, hatalarla kurar insan kendini. Keşke’de eyleşmeye hayat zaten izin vermez. O akıp giderken sen keşke’de durursan yaşamasız kalırsın. Hatalarım, yanlışların olmuştur ve olacaktır. Yüzleşerek ve onlara sahip çıkarak keşke’de durmamayı öğrendim hayattan.

1 Rosi Braidotti, Kadın-Oluş Cinsel Farkı Yeniden Düşünmek, Çev: E. Durmuş, Münevver Çelik, Otonom, İstanbul, 2019.

asuman susam, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi

Şükrü Erbaş: "Bütün mazlumların arzularına angajeyim."



Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Şükrü Erbaş: Karacaoğlan’la. Baktığı her şeyi, bu kadar derin, yalın, kusursuz  bir yaşama büyüsüne çeviren bir kalbin zerresini olsun anlamak isterdim. 

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz? 

ŞE: Bir köy evinde, küçücük bir tahta sandıkta, sonradan dünya çocuk klasikleri olduğunu öğrendiğim kitapları ilk kucağıma aldığım andı, ölümden de öteye sürecek hatıram. Ne hissedeyim, dünyanın bizim evden, köyden, arkadaşlarımdan ne kadar büyük ve güzel olduğunu düşünmüştüm.

İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi? 

ŞE: Son kitabımı elime aldığımda da değişmedi. Bu dünyada bana ait tek şeydi elimdeki. Kalbim, aklım, harflere dönüşmüş olarak avucumda duruyordu.




Sizden bir tek cümle/dize geriye kalsa, hangisi olsun isterdiniz?

ŞE: Öyle bir şey olamaz. Başka birinden olabilirse eğer, Âşık Hüseyin’in “hangi günü gördün akşam olmamış” dizesini söylerdim.

Yazmak eylemi sizce hangi renktir?

ŞE: Zaman sarısıyla ölüm yalnızlığı arasında ne kadar renk varsa onlardan oluşan bir renk olmalı.

Bir tercih yapmak zorunda kalsanız okumayı mı, yazmayı mı seçerdiniz?

ŞE: Tabii ki okumayı. Yazma özürlü ama ısrarla yazan pek çok yazar, okumayı bilselerdi, okudukları, onları kocaman kusurlar işlemekten korurdu.

Hangi karakterinizin sizi yaratmasını isterdiniz?

ŞE: Bu soru sanırım daha çok romancıları ilgilendiriyor. Karakter dediğinizi karşılar mı bilmiyorum ama dünyanın bütün mazlumlarının kaderinin beni var etmesini isterdim.

Yaşar Kemal “ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” der. Siz angaje bir yazar mısınız?

ŞE: Hem de nasıl... Emeğe angajeyim, barışa angajeyim, özgürlüğe angajeyim, bütün mazlumların arzularına angajeyim.

Yazmak bir tutku mu, yaşama biçimi mi, yoksa bir başka şey mi sizin için? 

ŞE: Sanırım bir yazgı. Kişinin acısını, rüyasını, öfkesini kirpikleriyle alın çizgilerine, soluğuna, dudaklarının kıvrımına yazdığı bir yazgı.

Genel olarak hayatınızda, özel olarak da yazma eyleminizde hiç keşkeleriniz oldu mu? 

ŞE: Uzun bir zaman oldu; hem de çok sık oldu. Sonradan bunun aptallık olduğunu anladım. Bunun, insanın yaşadığı hayatın büyük bir kısmını inkar etmesinden başka bir anlamı yoktu. Bir gün, “sildim pişmanlığı payıma düşen hayattan” dedim. O günden sonra kusurlarımı sevmeyi öğrendim.


şükrü erbaş, haden öz, oggito söyleşileri, edebiyat, şiir, roman, söyleşi