İnsan bir ‘kötülük matruşkası’ mı yoksa?


   
   Tarifi zor zamanlardan geçiyoruz. Katlanılması zor. İnsanım diyenin insanlığını sorguladığı zamanlardan geçiyoruz. “To be or not to be” değil, insan olmak ya da olmamak, işte bütün meselemiz bu! Zira kimliksiz, adressiz olarak insan olmanın mümkünlüğünün namümkün hale geldiği zamanları yaşıyoruz. İnsanın yapay kimliklerin tutsağı olup, ‘insan’dan dörtnala uzaklaştığı zamanlar.

   Nefretin, vicdansızlığın, zalimliğin revaçta olduğu çirkin zamanlardan geçiyoruz. Gerçeğin üzerine örtülen kara örtünün gerçek sanıldığı karanlık zamanlar. İnsana giydirilmiş yapay kimliklerin insan doğasının ayrılmaz bir parçasıymış gibi kutsandığı uyduruk masalların kahramanlarını oynuyoruz. Herkese kendi giydiğimiz ya da giydirildiğimiz kıyafetleri giydirmeğe çalışıyoruz. Tek tip kıyafet, tek materyal, tek renk, tek desen! İnsanın çokluğunu kendi uyduruk tekliğimizde boğduğumuz zamanlar.
    Herkes kendi repliğini kendisinin yazdığını sanıyor. Her tragedyanın bir komediye, her komedyanın bir tragedyaya dönüşebileceğinden habersiz. Her kahramanın bir anti-kahramana evrilebileceğinden bihaber. Kendi yazgımızı kendimiz mi yazıyoruz gerçekten yoksa bilinçaltımıza kazınan, oraya yerleştirilen cümleler mi dökülüyor dilimizden?
    Postmodern zamanlardan geçiyoruz. Her şeyin mübah sayıldığı zamanlar bunlar ama ille de zulmün, yalanın, talanın, sömürünün, katliamın kendine başköşede yer bulduğu ve meşru görüldüğü zamanlar. Yalanın peşinden koşulduğu, başkalarının acılarına gülündüğü, ölülere dahi her türlü eziyetin yapıldığı zamanlar.
    İnsanın insana kulluğunun doğanın yasasıymış gibi olağanlaştığı, güçlünün her daim haklı oluşunun kaçınılmazmış gibi sunulduğu, post modern kölelerin zincirlerinin bin bir türlü çiçekle bezenip gizlendiği lanet zamanlar. İnsan metadır. İşte postmodern zamanların mottosu. Alınıp satılıyoruz, el değiştiriyoruz, kullanılıyoruz, bir kenara atılıp en kısa sürede unutuluyoruz. İşte bizim aklımız, tanrımız, dinimiz, imanımız. Kendi biricik, ne idüğü belirsiz varlığımızın her şeyin üstünde olduğu, bir ikinci varlığa yer vermediğimiz dünyamız.
    Tragedyamıza bakalım. Sulara gömülen, kıyıya vuran, yerlerde sürüklenen, derin donduruculara konan, çırılçıplak soyulup sokağa atılan, bir mayınla paramparça olmuş, bir mermiyle beyni dağıtılmış, bir bombayla yerle yeksan olmuş, kalbinden vurulmuş insanlığımıza ağlayalım. Neresinden tutsak varoluşumuzu bir bulantıya düşüren, yarını imkânsız kılan paramparça insanlığımız. Neresinden tutarsak elimizde kalacak, neresine bakarsak içimiz kalkacak insanlığımız.
    Sahi insan bunca ölümlerden, öldürmelerden sonra nasıl oluyor da yaşayabiliyor? Sahi insan bunca zulümden, vahşetten sonra nasıl oluyor da yaşama tutunabiliyor? Sahi insan kendini bütün canlıların zirvesine yerleştirirken nasıl oluyor da bu derece dehşet verici bir kötülükle dünyayı kasıp kavurabiliyor? Sahi insan bir ‘kötülük matruşkası’ mı yoksa?

Not:  Melike Koçak’ın “Bir zorbalık matruşkası olarak insan” yazısından esinlenilerek “kötülük matruşkası” tasviri kullanılmıştır

Yorumlar