Gramsci Felsefesinin Temel Kavramları • 2

İdeoloji, Hegemonya

20. yüzyıla damgasını vurmuş ve 21. yüzyılda da hâlâ ilgiyle takip edilen, okunan, tartışılan, üzerine tezler yazılan birkaç filozof/düşünür sayın deseniz, Antonio Gramsci adını mutlaka duyarsınız. Kurduğu İtalyan Komünist Partisi'nin milletvekili olarak parlamentodayken Mussolini’nin iktidara el koymasıyla milletvekilliği dokunulmazlığına rağmen (çok tanıdık değil mi) tutuklanıp hapse atılır. Faşist Mussolini savcısı, “Bu beynin işlemesini yirmi yıl durdurmalıyız,” der ve böylece Gramsci ölümüne dek hapiste kalır. Ama Gramsci’yi dört duvar arasına hapsederek onun beyninin işlemesini durduracaklarını zanneden aklı evveller yanılır. Gramsci hayatının en önemli eserlerini üretir.

Bir önceki metinde filozofun yapı, üstyapı, politik toplum ve sivil toplum kavramlarını genel hatlarıyla anlatmaya çalıştım. Bu yazıda ideoloji ve hegemonya kavramlarını genel hatlarıyla vermeye çalışacağım. Okur bir önceki ve bu metni bir Gramsci Felsefesine Giriş metni olarak okuyabilir. Tabi okurun keyfinin kahyası değiliz, canı nasıl isterse öyle okusun!
devamı...

İdeoloji

Devlet, kendi bekâsını sürdürmek için belli bir ideolojiye ihtiyaç duyar. Şimdi, ideoloji kavramının Gramsci düşüncesindeki karşılığını bulmaya çalışacağım.  Hapishane Defterleri’nde Gramsci, “eğer ideoloji terimine sanatta, hukukta, ekonomik faaliyette, birey ve toplum yaşamının bütün görüntülerinde gizli olarak bulunan en yüksek bir dünya görüşü anlamı verilirse…” (Gramsci, 1986:19) diye bir cümle sarf eder. Açıkçası böyle bir cümle bizim için, Gramsci felsefesinde ideoloji kavramını anlamak için bulunmaz bir nimettir. Öyle anlıyoruz ki Gramsci için ideoloji, basit ve önemsiz, sıradan bir üstyapısal öğe değildir.

İdeolojinin hüküm sürmediği bir hayat alanı da yok gibidir. Hayatımızın her anında, belki her sözümüzde ve eylemimizde ‘örtük’ olarak vardır. İdeoloji, toplumun her bireyinin yaşamında kendini gösterir. Peki, birey bunu nasıl fark edebilir?  Gramsci’nin kendi sözleriyle ifade edecek olursak;

“Herkes kendine göre ve bilmeden filozof olduğunu ispatlamalıdır. Çünkü herhangi bir zihin çalışmasının en basit bir görünüşünde, mesela dilde bile, belirli bir dünya görüşü vardır. Bunun böyle olduğu ispatlandıktan sonra, bilinç ve eleştiri aşaması olan ikinci aşamaya geçilir.” (Gramsci, 1986:13)

Her bireyin kendini tanıması, anlaması ve belli bir dünya görüşü içinde olduğunun bilincine varması demek, onun kendi aydınlanmasını gerçekleştirmesi demektir. Kuşkusuz, bunun ön koşulu da eleştiridir. Ama şunu biliyoruz ki  “eleştirel çabanın başlangıcı, insanın gerçekte ne olduğunun bilincine varması, bir çeşit kendi kendini tanımasıdır.” (Gramsci, 1967:53) İnsan, içinde bulunduğu koşulları ve onu çevreleyen toplumsal ilişkileri tanımlayıp, eleştiri süzgecinden geçirdikten sonradır ki kendi bireysel aydınlanmasını gerçekleştirebilir. İster kendi köyü, kasabası veya kenti olsun, insanın bilinci içine doğduğu çevreyle sınırlı kaldığı müddetçe kendi bireysel aydınlanmasını gerçekleştirmesi mümkün değildir. Başka bir deyişle “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar.” (Marx, 2002:13) Gramsci, bireysel aydınlanma ile içine doğduğumuz toplumsal çevrenin ve ilişkilerin esiri olma arasındaki farkı, son derece berrak ve zihin açıcı sorularla şu şekilde ifade eder:

“Acaba eleştirel bir bilinç ve bir bütünlük düşüncesine varmadan, olayların akışına göre, yani çevrenin zorla kabul ettirdiği bir dünya görüşüne “katılmak” mı daha iyidir; başka bir deyişle, her insanın bilinç dünyasına ayak bastığı anda kendini içinde bulduğu şu sayısız toplumsal takımlardan birinin (ki bu dünya kişinin köyü ya da kasabası olabilir ve köklerini papazın ya da her söyledikleri yasa sayılan büyüklerin, kuşaktan kuşağa büyücülüğü sürdüren yaşlı bir kadının ya da aptallığı ve güçsüzlüğü içinde hırçınlaşmış küçük aydının  “düşünsel etkisinde” bulabilir) dünya görüşüne katılmak mı daha iyidir, yoksa bilinçle, tek başına eleştirel bir tutumla yani kendi kafa çabasıyla dünya görüşünü kurmak mı, kişisel çaba alanını seçmek mi, dünya tarihinin oluşumuna etken olarak katılmak mı, kişiliğine dışarıdan vurulmuş damgayı kabul edecek yerde, kendi kendisinin kılavuzu olmak mı daha iyidir?” (Gramsci, 1967:52)

Bireyin hayatını şekillendiren ve ona yön veren bir öğe olarak ideolojinin, egemen sınıf tarafından nasıl inşa edildiği de Gramsci felsefesinde son derece önemli bir yere sahiptir.  Hugues Portelli bu konuda şöyle der:

“İdeolojiyi yayma düzeyinde sivil toplum örgütleri (kiliseler, öğretim sistemi, sendikalar, partiler vb.)  ve onların yayma gereçleri (mass media) içerisinde egemen sınıfın ‘ideolojik yapısını’ hareketlendirmek ve çekip çevirmekle görevli olanlar, aydınlardır. Sivil toplum memurları olan aydınlar, aynı zamanda devlet aygıtı ve silahlı gücün çekilip çevrilmesiyle yükümlü politik tolum görevlileridirler de (politikacılar, memurlar, ordu vb.).” (Portelli, 1982:103)

İdeolojinin egemen sınıf tarafından hayatın her alanına yayılması elbette egemen sınıfın kendi egemenliğini devam ettirmesi açısından son derece önemlidir ve bu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Toplumun en küçük yapı birimi olarak aile ve benzeri yapılar egemen sınıfların ideolojilerini uygulamaya geçirmesinde bulunmaz nimettir. Ailede şekillenen ideoloji aile bireylerinin toplumdaki konumlanışlarıyla yeniden ve yeniden üretilir. “Bireyler için aile, günlük hayat, siyaset, ekonomi ve başka alanlarda güç ve saygınlık anlamı taşımaktadır.” (Arslan, 2015:276) Bu da egemen ideolojinin toplumda gelişip serpilmesinde önemli rol oynar. Zira egemen sınıflar kendileri için ‘zararsız’ ideolojilerin gelişip serpilmesine izin verir. Öyle ki oluşan “ideolojik blok: felsefe, din, ortak duyu, folklor.” (Portelli,1982:16) şeklinde zuhur etmektedir. Felsefe tarihi de doğal olarak bu ideolojik yapının bir parçası olarak belirir. Hapishane Defterleri’nde bu, şu şekilde karşımıza çıkar.

“Genellikle anlaşıldığı biçimiyle felsefe tarihi (yani filozofların felsefelerinin tarihi) belirli kişilerden oluşan bir sınıfın ideoloji yolundaki girişim denemelerinin tarihidir. Sınıfın amacı, her dönemde var olan dünya görüşlerini değiştirmek, düzeltmek, mükemmelleştirmek ve bunun sonucu olarak da bunlara uygun düşen hareket kurallarını ya da bütünüyle pratik eylemleri değiştirmektir.” (Gramsci, 1986:43)

Egemenliğini kurmaya ya da korumaya çalışan bir sınıf, ulus ya da topluluk, kendi ideolojisini kurulu düzenin bütün aparatlarıyla yaymaya çalışır. Bundan, her çağın felsefesinin de nasibini almaması mümkün değildir. Elbette ki çok kaba bir şekilde her filozofu ya da felsefeyi belirli bir sınıfa mal etmek ya da belirli bir sınıfın temsilcisi olarak göstermek problemli gözükebilir. Ama ideoloji her felsefede açık olarak değil de içkin bir şekilde yer edinebilir. Çünkü nihayetinde her felsefeyi, yani filozofların dünya görüşlerini, içinde doğup yayıldığı çevrenin ve toplumsal koşulların, genel olarak o çağın, bir ürünü olarak görmek gerekir. Hiçbir felsefe kendi çağının dışında ve ondan bağımsız değildir. Bu anlamda Gramsci’nin felsefeyi ‘ideolojik blok’a dahil etmesi ve onun en üst aşaması ve doruğu olarak görmesi son derece anlaşılır görünmektedir.

 Peki, herhangi bir ideolojinin toplumda karşılık bulması veya toplumca benimsenmemesini nasıl değerlendirmek gerekir? Sorumuza Hapishane Defterleri’nden karşılık alıyoruz.

“Halkın bir ideolojiyi benimsemesi ya da benimsememesi, düşünüş biçimlerinin akla uygunluğuna ve tarihselliğine yöneltilen bir çeşit eleştirinin açığa vuruluşudur. Keyfi olarak kurulmak istenen ideoloji sistemleri, tarih sahnesindeki yarışmada er geç silinip gider. Hatta kimi zaman o anda elverişli bazı koşulların birleşmesi sayesinde halka gitmede bir ölçüde başarı sağlamış olsa bile kısa ya da uzun sürede ortadan kalkmasının önüne geçilemez.” (Gramsci, 1986:39)

Gramsci’nin ideoloji kavramının irdelenmesinin ardından, onun önemli bir başka kavramının araştırılmasına geçiyorum: Hegemonya. “Hegemonya kavramının çekirdeğinde sınıfsal egemenlik ilişkilerinin yeniden üretimi ve toplumsal biçemin izleklerinin yanı sıra, siyasal iktidarın toplumu nasıl yönettiğini de gözlemlemek olasıdır.” (Dural, 2012: 309-321) Portelli, Gramsci’nin hegemonya kavramını “öbür sınıflar üzerindeki politik ve ideolojik yönetim” (Portelli, 1982:19) olarak ele aldığını söyler. Jacques Texier, Gramsci’nin hegemonya kavramına/olgusuna dair şu sözlerini aktarır:

“Hegemonya olgusu, kuşkusuz üzerinde hegemonya uygulanacak grupların çıkar ve eğilimlerinin hesaba katılmasını, belli bir uzlaşma dengesinin oluşmasını, yani yönetici grubun ekonomik-korporatif nitelikte özverilerde bulunmasını gerektirir. Ama bu türlü özverilerin ve böyle bir uzlaşmanın özsele ilişkin olamayacakları da kuşkusuzdur. Çünkü hegemonya her ne denli etik-politik nitelikteyse de ekonomik nitelikte olmaktan da geri kalamaz. Temelini yönetici grubun ekonomik etkinliğin kararlaştırıcı kesimlerindeki kesin işlevine dayandırmaktan geri kalamaz.” (Bobbio ve Texier, 1982:76)

Buradan, egemen sınıfların egemenliklerini kurmaları için, yani hegemonyalarının yerleşmesi için, egemenlikleri altındaki sınıfları da bir biçimde ikna etme çabası içerisine girdikleri sonucunu çıkarabiliriz. Bir bakıma bu, bir toplumda egemen olan güçlerin kendilerini bütün bir toplumun temsilcileri olarak görmeleri ve kendilerini bu şekilde lanse etmeleri retoriğinin bir tespitidir. Eğer bunu kapitalizmde egemen sınıf olan burjuvazi açısından değerlendirirsek, onun kapitalizmin ‘evcilleştirilmesine’ veya ‘uysallaştırılmasına’ dair bütün çabalarının aslında bir retorikten ve aldatmacadan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü çatışma halinde olan ve varlıkları bir çelişki/çatışma/uyuşmazlık üzerine kurulu sınıfların uzlaşmasından bahsetmenin mümkün olamayacağı aşikârdır. Hegemonyanın kurulup yerleşmesi nasıl mümkün olabilir? Portelli şöyle diyor:

“Hegemonyanın sağlam bir biçimde yerleşmesi için, sivil toplumla politik toplumun da gelişmiş ve organik olarak bağlanmış bulunmaları gerekir. Egemen sınıf, egemenliğini sürdürüp götürmek için, böylece onlardan almaşık olarak ve uyumlu bir biçimde yararlanabilecektir.” (Portelli, 1982:35-36)

Gramsci felsefesinde  “devletin sadece bir hükümet örgütü değil fakat aynı zamanda hegemonyanın ‘özel’ aygıtı ya da ‘civile’ toplum” (Gramsci, 1986:321) olduğu hatırlanacak olursa o vakit hegemonyanın yerleşmesinin egemen sınıf açısından aslında çok da zor olmadığı görülür. Ancak, hegemonyanın yerleşmesi için egemenlik altındaki sınıfların direnç göstermemesi egemen sınıf açısından elbette daha ‘sorunsuz’ olur. Aksi takdirde sivil toplum, yani asıl olarak devletin hegemonik ve ideolojik ayağı diyebiliriz, yerini politik topluma, yani devletin daha çok baskıya ve zora dayalı ayağı, bırakır ki bu da Gramsci felsefesi açısından ‘regressif’ (gerileyen) bir durumdur. Portelli’nin sözleriyle ifade edersek:

“Sivil toplumun politik toplum yararına silinmesi, temel sınıfın toplum üzerindeki denetiminin ancak zorlamayla (diktatora) sürdürülebilecek derecede gerileme belirtisidir. O zaman tarihsel blok gerileyen (regressif) bir duruma gelir.” (Portelli, 1982: 39)

Diktatörlük, devletin daha çok baskıcı yanı olan politik toplumun sivil toplum karşısında ön plana çıkmasının bir şekli olduğuna göre, egemen sınıflar egemenlikleri altındaki sınıf, ulus ya da topluluklara hegemonik güçleriyle hükmedemedikleri zamanlarda diktatörlüğe başvururlar. Bunu da çoklukla ordu, polis, hapishane ve özel kuvvetler gibi devletin çeşitli aygıtlarıyla sağlarlar. İşte Gramsci’nin tarihsel olarak ‘regressif’ bir olgu olarak gördüğü durum budur. Kuşkusuz böyle koşullarda egemen güçlere karşı mücadele de zorlaşır ve mücadele alanları daralır. Aslında devletin hegemonya safhasında, yani sivil toplumun politik toplum karşısında ön planda olduğu safhada, egemen güçlere karşı mücadele de bir yol bulur ve gelişir. İşte bu mücadelede  ‘öncü’ ve ‘devrimci’ bir role sahip sınıflar vardır. Norberto Bobbio, Gramsci’nin İl Materialismo Storico adlı eserinden şu sözleri aktarır:

“Çağdaş toplumun bir tek tam devrimci sınıfı olarak, proleterya, sömürenlere ve ezenlere karşı, tüm işçilerin ve tüm sömürülenlerin savaşımında hegemonyayı elinde tutan bir lider olmak zorundadır. Proleterya, bu hegemonya düşüncesinin bilincinde olduğu ve bunu pratiğe uygulayabildiği bağlamda devrimcidir.” (Bobbio ve Texier, 1982:32)

Gramsci’ye göre proleterya çağın bütünüyle tek devrimci sınıfı olarak hegemonya savaşında, hegemonyayı elinde bulundurmalıdır ama bu devrimcilik onda hazır ve nazır olarak bulunan bir şey değildir. Ancak ve ancak hegemonya düşüncesinin bilincinde olup da bunu pratiğe aktardığı müddetçe devrimcidir. Bu son derece önemli bir tespittir. Çünkü proleteryanın hegemonyanın bilincine varmadan, bu bir bakıma proleteryanın kendi aydınlamasını gerçekleştirmesi olarak okunabilir, tarihin itici gücü olamayacağının da dile getirilişidir.

Gramsci’nin kendi sözleriyle ifade edecek olursak:

“Demek ki insanların ( biz bunu ‘proleterya’  diye okuyalım, b.n.) kendi kendini anlaması, tanıması, gerçeğin bilincine varmakta daha yüksek bir noktaya ulaşması önce ahlak, sonra da politik alanda, karşıt yönlü politik “egemonia” savaşı içinde mümkün olabiliyor. Belki bir baskı (egemonia) gücünün bir öğesi olma bilinci (yani politik bilinç), “kendi kendinin bilincine” varmanın ilk aşamasıdır. Bu aşamada teori ile pratik birleşir.” (Gramsci, 1967:64)

Proleteryanın kendi devrimci rolünü ‘oluşturması’ ve egemenlik savaşına katılmasının koşulu öncelikle kendi kendinin bilincine varmasıdır, demiştik. Aynı şey kendi sınıfı içinde konumlanan ve kendi sınıf bilincine varan insan/birey/proleter için de geçerlidir. Ancak gerek proleteryanın gerekse de proleterin ya da daha genel anlamda insanın kendi kendinin bilincine varması, bir aydınlar sınıfının yaratılması demektir. Gramsci, bu durumu şu sözlerle ifade eder:

“Eleştirel yoldan insanın kendi sınıf bilincine varması demek, tarihsel ve politik olarak bir seçkin aydın sınıfının yaratılması demektir. Bir insan yığını (kelimenin en geniş anlamında) örgütlenmeden kendini başkalarından ayırt edemez, “kendiliğinden” bağımsız bir duruma geçemez.” (Gramsci, 1967:65)

Böylelikle, Gramsci felsefesinde, egemen sınıfların hegemonik gücünden kurtulup kendi hegemonyasını kurması gereken proleteryanın kendi aydın sınıfını da yaratması gerektiği sonucuna varıyoruz.

Sonuç Yerine

Gramsci felsefesinin temel kavramları olan yapı, üstyapı, sivil toplum, politik toplum, ideoloji ve hegemonya kavramlarının bir irdelemesi olan bu yazı kuşkusuz hiçbir kavram açısından yeterli bir çalışma olarak kabul edilemez. Bunun farkında olarak, bu kavramların Gramsci felsefesindeki genel çerçevelerini ve kendinden başka diğer kavramlarla olan ilişkilerinin bir şemasını vermeye çalıştım. Her bir kavram kendi başına bir makale konusu olabilecek kapsamda kabul edilebilir. Ama eğer bu çalışma, okurun zihninde Gramsci’nin söz konusu kavramları açısından bir iz bırakıp, çeşitli sorulara ve daha kapsamlı okumalara yönlendiriyorsa amacına ulaşmış demektir.


KAYNAKÇA

Arslan, Y. (2015). Kan davası, intihar ve cezaevi vakalarının yol açtığı okul hayatındaki başarısızlığa ilişkin öğrenci görüşlerinin incelenmesi (Batman Merkez örneği). Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi,3/10, 272-284

Bobbio, N. ve Texier, J.( 1982 ).  Gramsci ve sivil toplum (A.İpek ve K.Somer, çev.). Ankara: Savaş Yayınları.

Dural, A.B. (2012). Antonio Gramsci ve hegemonya. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi,11/39, 309-321.

Gramsci, A.( 1967).  Aydınlar ve toplum (V.Günyol, F.Edgü ve B.Onaran, çev.). İstanbul: Çan Yayınları.

Gramsci, A. (1986). Hapishane defterleri-seçmeler (Adnan Cemgil, çev.). İstanbul: Belge Yayınları.

Marx, K.( 1993). Ekonomi politiğin eleştirisine katkı ( S.Belli, çev.).Ankara: Sol Yayınları.

Marx, K. ve Engels, F.( 1999). Felsefe metinleri (Kollektif, çev.). Ankara: Sol Yayınları.

Marx, K. (2002). Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i (S.Belli, çev.). Ankara: Sol Yayınları

Özbek,  S. (2003) İdeoloji kuramları. İstanbul: Bulut Yayınları.

Portelli, H.( 1982). Gramsci ve tarihsel blok (K.Somer, çev.). Ankara: Savaş Yayınları.

Yaralı Akkaya, A. (2014). Antonio Gramsci’de entelektüelin bir eleştirisi olarak praksis düşüncesi. Yönetim ve Ekonomi, 21/1, 35-46

Yorumlar