Kör Dövüşü’nde Çehov’un Tüfeği

Anlaşılmak ne zor, diye inledi. Bu kadar mı kısa huzurun ömrü?

Ayşen Işık, "Kör Dövüşü"

Bazı kitaplar vardır, okurun başucu kitaplarıdır. Defalarca okur ama her okumasında ayrı bir tat alır. Aynı şekilde bazı şiirler ve öyküler vardır her daim okurun yanında olan. Bir dost gibi, bir sevgili gibi, bir his gibi veyahut okuru sürekli gözleyen bir göz gibi. Okurun zihninde günlerce, haftalarca, aylarca, hatta yıllarca dönüp dururlar. Bazen bir huzursuzluk, bazen bir gülüş, bazen bir hüzün salarlar okurun ruhuna. Burada genel olarak başucu kitaplarından veya şiirlerden bahsetmeyeceğim. Öykülerden bahsedeceğim. Son birkaç yıldır öykü okumalarım oldukça yoğunlaştı. O kadar güzel öykü kitapları okuyorum ki bir gün hepsine dair bir şeyler yazarım belki. Ama şimdi değil.

Lafı dolandırıp durduğumun farkındayım. Konuya geçeyim. Bende birkaç öykü var. Okuduğum andan itibaren zihnimde kendilerine yer edinen ve gitmeye hiç niyeti olmayan öyküler. Anton Çehov’un "Memurun Ölümü", "Acı", "Piyango Bileti" öyküleri böyle. Özellikle "Memurun Ölümü" öyküsü ilk kez okuduğum 2006 yılından beri peşimi bırakmıyor. Sanki benim zihnimde bir öykünün nasıl olması gerektiğine dair bir şablon olmuş. İnanılmaz. Yıllar sonra Oggito’da öyküyü tekrar okuyunca fark ettim ki öyküyü sanki daha yeni okumuşum gibi bütün detaylar canlı olarak zihnimde duruyor. "Acı" ve "Piyango Bileti"öyküleri de öyle.
devamı...

Birkaç ay önce okuduğum Ayşen Işık’ın "Kör Dövüşü" adlı öyküsü de ruhuma bir Çehov öyküsü gibi demir attı. Ayşen Işık’ın Kör Dövüşü adlı öykü kitabı, son dönemde okuduğum en iyi öykü kitaplarından biri. Kitap birbirinden sıkı öykülerden oluşuyor. Bir öykü okuru olarak sarsıldım. Ayşen Işık’ın öykülerini kurarken kullandığı dil, üslup bana edebi bir haz verdi.  Bir öyküyü bitirir bitirmez öteki öyküye geçemedim. Takılıp kaldım. Üzerine düşündüm, zihnimi kurcalayan şeyleri çözmeye, anlamaya çalıştım ve “bir sonraki öyküde ne var acaba” merakıma yenilip yeni öyküye geçtim.  Hemen hemen her öykü bir başka duygu ve düşünce evrenine götürdü beni. Yalnız burada kitaba dair değil sadece kitaba adını veren "Kör Dövüşü" adlı öyküye dair bir şeyler yazmak istiyorum.

"Kör Dövüşü" öyküsü bir kadının (karakterin bir adının olmaması bence isabetli. Çünkü dünyanın her hangi bir coğrafyasındaki bir kadının adını yazdığımızda onun öyküsü olur)  kendine yeni bir yol çizmesi, yeni bir hayat inşa etmesi, bunu yaparken karşılaştığı güçlükler, bunlar sosyolojik, psikolojik ve varoluşsal sorunlar olarak adlandırılabilir, üzerine kurulu bir öykü. Öykü hepi topu iki buçuk-üç sayfadan ibaret ama sarsıcı bir makale, bir film ağırlığında.  Kadının gözüyle, sözleriyle, aktardıklarıyla kızından, oğullarından, eski eşinden ve yeni eşinden haberdar oluyoruz. Yeni eş, yeni bir hayatın başlangıcı. Kendi fikrinin, düşüncelerinin, hislerinin önemli olduğunun kavrandığı bir hayat. Eski eş ve çocuklar yeni hayatın önünde büyük bir engel,  Çin seddi gibi duruyorlar. Ama umut var. Kadının sözü, direnci var. Otuz beş yıllık hapishaneden kurtulma umudu var. Karakter bunu şöyle dile getiriyor:

Acımasız, çetin bir kıştan farksız ilk evliliği, tek bir mevsimden ibaret, yirmisinden elli beşine ziyan olmuş bir hayat.

Öte yandan öyküde, tek mevsimden ibaret evliliği boyunca  kadının çektiklerine ses etmeyen çocukları var. Ama yeni bir hayat inşa ederken karşısına dikilen “toplum, namus, rezil olma” gerekçelerini öne süren, aslında değişmesini istemedikleri bir düzenin bekçileri erkekler. Şöyle düşünüyor kadın:

Sormak isterdi oğullarına, sesi titremeden, dimdik durarak karşılarında, kabullenemediğiniz ne? Kilometrelerce mesafe girmemişken aramıza, aynı çatının altındayken hepimiz, her şey apaçık ortadayken, görmediniz mi çektiklerimi? Ne yaşadım, umursadınız mı hiç?

Sadece oğulları değil, daha acı olan kızının da kendisini anlamıyor oluşu. Boşanmasını bir nebze anlayan ama evlenmesini anlamak istemeyen, bunu ailenin erkeklerinin çok kızacakları üzerinden dile getiren kızına söylemek istediği o kadar çok şey var ki aslında. Sevincini, yeni hayatının kaygılarını, bocalamasını anlatacağı tek kişi belki de kızı ama o da aile, toplum, kendilerini rezil etme olarak dillendirilen baskılar cephesinde yerini alıyor ne yazık ki. Belki de kadını en çok yaralayan bu. Kızının söyledikleri aralarına duvarları inşa ediyor:

"Anne sen ne diyorsun, diye feryat figan bağırmıştı kızı. Bu da nereden çıktı? Tam ortalık duruldu derken. Aklını mı kaçırdın, ne diye iş açıyorsun başımıza? Delirecekler duyunca, nasıl zapt ederim?"

Yaşadığımız toplumda kadına yönelik şiddet açısından baktığımızda şiddeti bizzat uygulayan erkeklerden çok kadının tarafında görünüp de aslında kötülüğün alasını yapanlara kızın annesine bu söylediklerini iyi bir örnek olarak gösterebiliriz. Toplumun “ahlak, namus”  bekçileri toplumsal baskıyı, şiddeti uygulayan erkeklere karşı kullanmazlar, şiddete maruz kalan kadının üzerine bir kabus gibi çökmek için bu baskıyı kullanırlar. Bu baskı,  kadınların en yakınlarının elinde, kadınlara doğrultulmuş bir silaha dönüşür. İşte öykünün karakterinin aklının almadığı, kendi canından can verdiklerinin nasıl tereddütsüz kendi katili olabilecekleri. Şöyle ifade ediyor oğullarına dair yürek sancısını, hüsranını:

"Aklı almıyor bir türlü. Rahminde can bulan eller, düşmanı olup boğazına mı sarılacak yani?


Boşanacağım dediğinde, ailenin erkeklerine özgü o hırçınlıkla, verdikleri tepkileri, delirdin mi, bu yaşta bizi rezil mi edeceksin el aleme deyişlerini, bencilliklerini, öfkelerini unutamıyordu."

"Kör Dövüşü"  öyküsünü okuduğumdan beri zihnimde dolanıp durduğunu yazmıştım. Nikos  Kazancakis’in romanından sinemaya uyarlanmış Zorba filmini izlerken de öykü kurulduğu yerden kalkıp geldi ve yanı başıma oturdu. Filmde dul bir kadının linç edilme sahnesi var. İnsanın tüylerini diken diken eden. Bir halka şeklinde kadını kuşatan, kadınlı erkekli bir topluluğun içinde bir linç sahnesi. Kadının aşığının “çaresizce” izlediği bir sahne.  Köyün sakinleri kadının linç edilmesinden gayet memnun. Kadını filmin baş karakteri Zorba kurtarmaya çalışıyor ama başaramıyor. Kadın öldürüldükten sonra herkes hiçbir şey olmamış gibi dağılıp gidiyor ve bütün bunlar bir kilisenin önünde gerçekleşiyor. Sadece o sahne üzerinden kadın-toplum, kadın-din, kadın-ataerki üzerinden çok şey söylenebilir.  Bu film sahnesiyle öyküyü zihnimde buluşturan şey,  öyküdeki kız çocuğu, erkek çocuklar, eski eş ve toplumun (bunu oğulların ‘bizi el aleme rezil mi edeceksin’ sözlerinden çıkarabiliriz) kadının etrafında oluşturdukları duvarlar, sanırım. İşte o duvarları yıkarak yeni hayatına başlayacak kadın!

Gelelim öykünün sonuna. Edebiyatın cilvesine bakın ki beni en çok sarsan bir öykünün ("Memurun Ölümü") yazarının bir sözü (Oyunun başında sahnede bir tüfek varsa, o tüfek oyunun sonunda mutlaka patlamalıdır),  bir başka sarsıcı öykünün ("Kör Dövüşü") sonunda zihnimde şimşek gibi çaktı. Nasıl mı? Çünkü "Kör Dövüşü" şöyle bitiriyor:

"Battaniyelerin arasına soktu elini. Soğuk metale değer değmez kanı çekildi sanki,başı döndü hafiften. Yüreğinin vuruşları, duvardaki insafsız saatin tiktaklarına karışırken uzanıp kavradı tüfeği."

Okuma Önerileri:

1. Cemre Baytok - Nehir Kovar ‘ın Ayşen Işık ile yaptığı bu söyleşiyi ıskalamayın, derim. Enfes! (https://catlakzemin.com/yazdiklariniz-gercek-mi-diye-soran-oyle-cok-ki-aysen-isik-ile-soylesi/)

2. Kitaba dair Eylem Ata Güleç’in bu yazısını da okumanızı öneririm. (http://www.mevzuedebiyat.com/son-centik/)

3. Elbette "Memurun Ölümü" öyküsüJ (https://oggito.com/icerikler/anton-cehov-memurun-olumu/27917)

ayşen ışık, kör dövüşü, anton çehov, çehov'un tüfeği, öykü, edebiyat, oggito, memurun ölümü,haden öz

Yorumlar