Zehra Çelenk: "Yazmak, yazdıkça açılan uzun bir yol…"

Yazar, senarist Zehra Çelenk uzun zamandır yazdığı yazılarla da belli bir okur çevresince yakından izleniyor. Onunla Everest Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Hayatta Kalma Rehberi’ne dair söyleştik.

Haden Öz: Merhaba. Nasılsınız? Şu sıralar nasıl hissediyorsunuz?

Zehra Çelenk: Merhaba. Kapsamlı cevap veresim geldi bu soruya. Günlük hayatta hep düşünmeden sorulup yanıtlandığı için sanırım. Ruh hali kadar hareketli bir şeyi bir zaman dilimi için tanımlamak çok zor. Benimki gün içinde on kez değişir, sabahları iyi uyanmaya, geceyi mümkün olduğunca iyi bir duyguyla tamamlamaya çalışırım. Otobüste sekiz saat aynı pozisyonda oturabilen insanlara imrenmişimdir hep. Kedilerin bizim göremediğimiz olağanüstü bir manzaraya dakikalarca saplanabilme özelliğine hayranım. Hep hareket halinde ama mümkün ilk patikadan neşe ve canlılık ormanına sapmaya teşne olduğum söylenebilir benim.
devamı...

Her tür şahsi durum ve duyguyu paranteze alan ülke gündeminde bu basit soruyu yanıtlamak epey zorlaştı. Bir “rağmen”lik dahil oldu yanıta. Bu aralar, özellikle kitap nedeniyle, sıklıkla iyi hissediyorum. Teşekkürler.

HÖ: Ben sizi Gazete Duvar’daki yazılarınızla tanıdım. Başını okuyup da sonunu kestiremediğim ve bunu yapma biçiminden de etkilendiğim, akıcı, umutlu, müstehzi, bir yandan da okurla oturmuş çay eşliğinde sohbet edercesine doğal bir üslupla (çayın sohbeti bambaşkadır değil mi?) yazdığınız yazılarınız benim gibi birçok okurla buluşturmuştur sizi.

ZÇ: Teşekkür ederim. Buluşturdu evet, o yazıların en güzel yanlarından biri bu .

Roland Barthes, “İnsan sevilmek için yazar, sevilemeden okunmuş olur, yazarı yazar yapan kuşkusuz bu durum farkıdır,” der. Üzerine sayfalarca yazılabilecek müthiş bir söz. Yazmanın en belirgin yanlarından biri oldukça yalnız bir uğraş oluşu. “Başlarken yalnızsın, bitirdiğinde daha da yalnız,” diyor ya Hasan Ali Toptaş da. Okuma pratikleri, okur-yazar hatta yazar-yazar ilişkileri, hepsinin de metinlerle ilişkisi çok dönüştü günümüzde. Okurla yazar arasındaki mesafe çok kısaldı. Etkileşim çok arttı ve hızlandı. Yazar artık o kadar yalnız değil, görünürde. Özellikle dijital periyodik yayınlarda, yazıyı, öyküyü yazmanızdan çok kısa süre sonra okurla yoğun biçimde buluşabiliyorsunuz.

Sevilmek çok güçlü bir arzu ve davranışlarımızın da üretimlerimizin de büyük kısmının altında bu motivasyon var galiba. Okurla etkileşim başka açılardan da çok kıymetli. Yine de yazar bu “anındalık”ı ölçü alarak yazmamalı. Paradoksal biçimde, aşk da yazmak da, ancak zaman zaman sevilmeme riskini de göze alabildiğinizde, iç bağımsızlığınızı mümkün ölçüde koruduğunuzda, anlamlı olmaya devam ediyor çünkü. Etkileşimin cazibesini, övgüyü de yergiyi de doğru yere oturtmak, “yazmanın yalnızlığından” çalmamaya çalışmak önemli bir sınavı günümüz yazarının.

Twitter gibi ortamlara genel olarak bu kadar bağlanmanın nedenlerinden biri de bu etkileşim meselesi olsa gerek aslında herkes için, anında dönüşün o dolaysız, “çocuksu” hazzı.

Herhalde çoğu yazar bunu hissediyordur, birkaç sene önce yazdığınız bir şeye bakarsınız, kendinizin editörü de olarak rastladığınız bir eksiklik ya da fazlalığa şaşırırsınız.
HÖ: Twitter’dan bahsetmişken sormak istedim. Kitabın son bölümünü oluşturan üç öyküden birinde Twitter’in formu değişse de geleceğe kalacağını öngörmüşsünüz, öykü karakteri üzerinden. Yukarıda söylediğiniz kısım da buna dahil mi?

ZÇ: Evet dahil. 280 karakterde dünyaya bir söz söyleme ihtimali, bunun karşılığını hemen almak insanları, çok büyük olaylı dizilerde olduğu gibi, duyguları kışkırtmaya da itiyor. Bahsettiğiniz “Şafakta” öyküsünde demiştim: “Marifet gibi hezeyan da iltifata tâbidir.” Öyle ki, alkol gibi herkesin içinde olanı mı açığa çıkarıyor yoksa bir kısım duyguyu da yaratıyor mu, ona emin olamıyorsun bazen.

HÖ: İkisi bambaşka türler olmakla beraber Hayatta Kalma Rehberi’nden de yazılarınızdan aldığım keyfi aldım… Hayatta Kalma Rehberi’nin ortaya çıkma sürecinden bahseder misiniz biraz? Ve neden özellikle öykü?

ZÇ: Yazılar ve öyküler, ikincisinin kurmaca olması anlamında, çok farklı tabii. Ama o doğallık ve yalınlık hissi, özellikle de kurmacada duyduğuma memnun olduğum bir şey. Onun için çok çalışmak ve epey de yazmak gerektiğini söyleyebilirim yalnız. Herhalde çoğu yazar bunu hissediyordur, birkaç sene önce yazdığınız bir şeye bakarsınız, kendinizin editörü de olarak rastladığınız bir eksiklik ya da fazlalığa şaşırırsınız. Bu hep de böyle devam eder. Yazmak, yazdıkça açılan uzun bir yol…

Öykü hep vardı, hatta yazılardan da, senaryolarımdan da çok önce şiir ve öyküler vardı. O beni bırakmış mıdır bilmiyorum ama şiir yazmayı uzun zaman önce bıraktım sayılır. Hikâyeler lehine bir geçiş oldu orada. Roman, öykü ve senaryo formunda devam ediyor…

Yazımı iki-üç yıl gibi bir döneme yayılan bu öykülerin hepsinde soyut bir alt temaydı “hayatta kalma”. Sonuç olarak bütünlüklü bir metin hâline gelecek miktarda malzemenin oluştuğunu düşündüm ve Everest’le yolculuğumuza bu kitapla başladık.

HÖ: Öykülerinizin ana karakterleri, normalliğin sınırları içinde gezinseler de hayatta çok zor, mayınlı alanlara ‘sıkışmış’ insanlar. Bir sorunları var ve onlar o sorunla cebelleştikçe o cebelleşme hali okura da bulaşıyor. Ortak bir “çıkma” arzusuna dönüşüyor… Şu an adını hatırlayamadığım bir yazar “benim için öyküde önemli olan karakterler değil, duygulardır, ilişkilerdir” minvalinde bir şeyler demişti. Ne dersiniz, sizin de öykü yaratma çabanız bu yönlü mü?

ZÇ: Duygular her şeyin temeli ancak kurmaca eserler, şiir dahil, duygu yüküyle yazılmaz, kurulur… Hüzünlü öykülerde dahi hep koymaya çalıştığım mizah mesafesinin de temel nedeni bu. Öte yandan “duygu desenleri”ne çok önem veriyorum, ortak duygulara ve bunun ortaya çıkma ya da çıkmama, patlama, yayılma biçimlerine.

Çocukluğumdan bugüne beslendiğim farklı kaynakların katkısıyla karakterler, olay örgüsü ve dil, anlatıma yaklaşık benzer önemi veren bir eğilim var bende. Karakter, ilişkisel bir kategori. Karakterleri tanımlayan ve açımlayan, sözlerinden de önce eylemleri ve başkalarıyla ilişkileridir. Bu nedenle çabam mümkün olduğunca onları ve içinde oldukları durumları “konuşturmak,” göstermek yönünde oldu diyebilirim.

“Hayattan büyük” bir akma, kaptırma, kendini diğeriyle yeniden tanıma süreci olarak aşkın o sakınımsızlığına çok ihtiyacımız var.
HÖ: “Boynuz”da kafasında bir yumruyla doğmuş, ailesi ve toplum tarafından bu nedenle itilip kakılmış bir gencin kendine dahi itiraf edemediği bir başka kimliğiyle cebelleşmesini, iki katmanın iç içe geçtiği bir anlatımla izliyoruz. “Küvet” de bu açıdan çok katmanlı ve sürprize bel bağlamaksızın sürprizli bir öykü. Hepsinin alt temalarında bir de “aşk” var. Biraz da sondaki distopik öykülerinizden hareketle soruyorum: Aşk kazanır mı sonunda? Bir gün hiçbir korku, tedirginlik duymadan olduğumuz gibi var olacağımız bir dünya mümkün mü sizce?

ZÇ: Aşk sonunda mutlaka kazanır mı bilmiyorum ama çabamızın bu yönde olması gerektiğini biliyorum. İnsanın kendini gerçekleştirebilmesi, arzularıyla, korkularıyla yüzleşebilme becerisiyle çok ilişkili. “Hayattan büyük” bir akma, kaptırma, kendini diğeriyle yeniden tanıma süreci olarak aşkın o sakınımsızlığına çok ihtiyacımız var. Hep ânı yaşama, görünme, o anda var olma döngüsüne kilitlenip hiçbir şeyi gerçek anlamda deneyimleyemediğimiz bir çağda hele, daha da çok.

Aile hayatın çekirdeği, sevmeyi almayı ve vermeyi öğrendiğimiz yer, en önemlisi de. Oralardaki ciddi sakatlanma halleri, tüm hayata yayılır.
zehra çelenk

HÖ: Film tadındaki bir öykünüze dönmek istiyorum: "Küvet". Öykü bir aile öyküsü. İçinde ‘oğluna 'aşık' bir anne, görmezden gelinen bir kız çocuğu bir de sakladıkları sırlarla kilit noktada duran bir baba ve oğulla ev işçisi bir kadın var... Akıcı ve vurucu. Öyküyü anne, kız ve ev işçisi kadının gözünden okuyoruz. Bir flash bellekten yola çıkıp bir ailenin içine çekiyorsunuz okuru. Şaşaalı bir hayatın sahne arkasında olup bitenlere tanık oluyoruz. Geriye Kalan öykünüzde de parçalanmış bir ailenin geriye kalan üyeleriyle tanışıyoruz. Bu iki öykü üzerinden aileyi sormak istiyorum. Aile birey için, özellikle kadınlar için, toplum için nasıl bir ilişki ağıdır? Hiçbir üyesinin mutlu olmadığı durumlarda dahi neden bütünlük korunur?

ZÇ: Aile hayatın çekirdeği, sevmeyi almayı ve vermeyi öğrendiğimiz yer, en önemlisi de. Oralardaki ciddi sakatlanma halleri, tüm hayata yayılır. “Küvet” bu anlamda dışarıdan mükemmel görünen, her yanı mayınlarla çevrili bir aileyi anlatıyor. Biraz da bizim toplum yapımızı, aynı zamanda. Görünüşü kurtarmaya, “kol kırılır yen içinde kalır”a verilen kıymetin çok güzel, şirin görünen bir evi tam bir hapishaneye çevirmesi... O öykünün bizi o kadar güzel bir evde bir parça sükunet için havuzun dibine kadar göndermesinin nedeni, benim açımdan buydu.

HÖ: "Kadın olmak, erkek olmaktan çok hegemonik erkeklik anlayışı dünyanın sorunu. Kadını da, erkeği de, çocuğu da, hayvanı da tehdit eden, ezen bir şey bu." demiştiniz Adalet Çavdar ile yaptığınız söyleşide. Elbette bu ezilmeden bahsederken erkek ile kadını eşitlediğinizi düşünmüyorum. Şunu sormak istiyorum bir kadın olarak sanatla uğraşırken (edebiyat, sinema) erkeklere kıyasla ne durumda kadınlar?

“Kadın kadının kurdudur”, özenle sürdürülmeye çalışılan bir yanlış bilgi. O erkeklik algısının sürdürücüleri sadece erkekler değil zaten, kadınlarla işbirliği içinde oluşuyor.
ZÇ: Son on yılda özellikle, yoğun biçimde ilgilendiğim, “erkeklik çalışmaları” bu konuda benim zihnimi çok açan bir alan oldu. Esas meselenin hegemonik erkeklik algısı olduğu yazılarımda da sık sık değindiğim bir şey. Aynı ölçüde olmasa da erkeği de eziyor, evet. Şiddet ve yıkıcılığın bir kısmı da o eziklikten doğuyor.

Kadınlar özellikle edebiyat, yazı alanında müthiş bir ivme içinde son dönemde. Benim gururla, zevkle okuduğum, takip ettiğim çok kadın yazar var. Yine de, işte edebiyat ödüllerinde falan sıkça gündeme geliyor, sorunlu kısımlar da çok. Televizyonda kadınlar, özellikle senaryo alanında çok etkin çünkü süreklilik ve dayanıklılık gerektiren işler bunlar. “Zor olmasa bize düşmezdi,” kabilinden. Sinemada kadın yönetmenlerin sayısı da artıyor dünyada ve ülkemizde ama hâlâ erkeklere kıyasla çok az. Kadınlar üretmeye, yaratmaya devam ettikçe bu duvarlar aşılacak. Dünyanın dilini de bu dönüştürecek bence ve bu herkese iyi gelecek.

HÖ: "Tolga' yla Üçüncü Yemeğimizi Yediğimiz Yer" öyküsünde aldatma üzerinden bir ‘ayrılamama’ hikâyesini kadının gözünden okuyoruz. Burada en dikkat çekici nokta, erkeklerin ‘aldatma’ durumlarında, suçlanan kişinin erkeğin kendisi değil de yine bir kadının olması. Toplumun zihniyeti ve dili bu ne yazık ki. Bunu ataerkiden bağımsız düşünemeyiz elbette. Egemen olan paradigma o. Öyküdeki kadın karakter bunu fark ediyor, bunu sorguluyor. Yaşadığı durum zor ama bunun üstesinden gelebileceğini biliyoruz. Feryal’in eve gelişiyle bir adım da atıyor. Siz öykünüzdeki karakterle şu an karşılıklı oturuyor olsaydınız, içine düştüğü, hayatını alt üst eden bu felaketten kurtulması için ne derdiniz?

ZÇ: “Kadın kadının kurdudur”, özenle sürdürülmeye çalışılan bir yanlış bilgi. O erkeklik algısının sürdürücüleri sadece erkekler değil zaten, kadınlarla işbirliği içinde oluşuyor. O nedenle ilişki deneyimlerimizde, belki o ilk şokları atlattıktan sonra dönüp kendimize bakmamız önemli. Aldatma gibi durumlarda, dış ayağı, “diğer kadını” suçlamaktansa muhatapta, eş ya da sevgilide kabahat aramak kadar mantıklı bir şey yok ama çok zor geliniyor o noktaya. O kısım aşılınca da artık suç da suçlu da aramadan belki de, yürümeyen bir şeyden çıkıp gitme gerekliliği öne çıkıyor. Kalma, bilgisi kadar gereğinde gitme bilgisi de önemli. Kadına hep ne olursa olsun kalması, “ilişkiye yapışması” öğretiliyor. Her ilişkinin gerektirdiği emekten başka bir şeyi, tek yönlü bir elde tutma çabasını kastediyorum bununla. O öykü tüm bunları mizahi bir dille anlatıyor. Karşımda olsaydı Burçak’a söyleyeceğim, “Geride Kalan”ın finalinde yeğenin teyzesine söylediği şey…

HÖ: "Mavi Fincan" adlı öykünüzde Songül ile özellikle kadın karakterler yaratma konusunda ün salmış, kitapları birçok dile çevrilmiş ünlü bir yazar olan Ömer’in evliliğini okuyoruz. Songül’ün bütün kitaplarını okuyup hayran kaldığı Ömer hiç de Songül’ün hayal ettiği gibi değildir. Bu öyküyü okurken özellikle son yıllarda ifşa olan, sizin de yazılarınızda değindiğiniz 'baba'lar aklıma geldi. ‘Neruda, Bertolucci, sanatçı, baba, sevgili, tacizci’ adlı yazınızda şöyle yazmıştınız: “Müslüm de baba, Yılmaz Güney de, Neruda da, Bertolucci de, Marlon Brando da… Daha fenası hatta, içine yerleşmeye gönüllü olduğumuz bir noktadan, baba-sanatçı-sevgililer. Hele ki politik görüşlerimiz de kesişiyorsa güçleri, dehaları, karizmaları, kapsayıcılıklarıyla dünyaya ve kendimize dair algımız üstünde azımsanamayacak derecede etkili figürler bunlar.” Aynı yazınızdan ödünç bir cümle alarak ve bu öykü ile bağlantılı olarak soruyorum: ‘Günümüz kadını için zorlu ama büyük aydınlanma imkânı, baba’ları ve ‘koca’ları yitirmek’ midir?

ZÇ: Yitirmekten kastım, eşlere, babalara hepten yol vermek değil tabii. Onları doğru yere yerleştirmek. Hayattan bir biçimde gittiklerinde hâlâ hayatı tam, bütünlüklü ve kendi gücümüzün farkında olarak sürdürebileceğimiz bir yere… Böyle olursa ancak, ilişkilerin de sağlıklı yaşanabileceğini düşünüyorum. Vurguladığım “metaforik babalar” konusu ise zamanlardaki başka pek çok tartışmayla bağlantılı. Dünyayı ve kendimizi çok uzun bir süre boyunca baskın erkek anlatılar içinden gördük, kurduk. Bu alanda hem kendi hikâyelerimizi yeniden hem de “yeni” hikâyeler üretmemiz gerekiyor…

HÖ: Son birkaç yıldır çok sıkı öykü kitapları okuyorum, sizinki de buna dahil. Son yıllarda okuduğunuz ve sizi sarsan bir öykü/öyküler var mı veya zihninize kurulmuş ve ömrünüz boyunca hiç aklınızdan çıkmayacak bir öykü? Son alarak da şunu sorayım, sıradaki kitap yeni öyküler mi, roman mı?

ZÇ: O kadar çok ki… Katherine Mansfield’ın “Bahçe Partisi”nden, Edgar Allan Poe’nun “Gammaz Yürek”ine, her okumada yeni keşif hazları sunabilen çok öykü var, çok sevdiğim. Son yıllarda bizde bir öykü patlaması (“şenliği” de deniyor, daha güzel) yaşanıyor. Okumaktan büyük zevk aldığım öykücüler var, birini desem öbürüne haksızlık olur diye tek tek sayamıyorum şu an.

Sırada roman var. Yeni öyküler, ondan sonra gelecek. Güzel söyleşi için çok teşekkürler.

HÖ: Bu güzel söyleşi için ben çok çok teşekkür ederim, özellikle koşuşturmacanın içinde kıymetli vaktinizi ayırdığınız için.

zehra çelenk, öykü, edebiyat, söyleşi, haden öz, hayatta kalma rehberi, roman, şiir,oggito

Yorumlar